4. Kalın Perdelerle Kapatılmış Karanlık Oda

78 11 1
                                    

"Bu kadar mı, Madam Yolanda? Amie iki gündür çok çalıştı. Neden bizden az alıyor?"

Madam, alaycı bakışlarını önce Sofie'de ardından bende dolaştırdı. "Bu kız hiçbir işten anlamıyor," diye yakındı ince sesiyle. "Daha önce eline bez bile almamış gibi. Kadehlerin içi hep pis kalıyor. Müşteriler şikayet edip duruyorlar. Onu hâlâ kovmadığım için şükretmeli. İşe yaramaz!"

Sofie kaşlarını çatıp ağzını açacak gibi olduğunda Henri uyarır gibi öksürdü. Böyle olunca Sofie de sözlerinden vazgeçti. Madam elime iki bakır dirhem bıraktığında bununla ne yapacağımı düşünüyordum. Açıkçası saraydan kovulmamış, pardon ölüme yollanmamış, bir prenses iken tonla altınım ve mücevherim vardı. Fakat her istediğim koşulsuz şartsız olduğu için onları harcamazdım. Neyin kaç dirhem tuttuğunu bile bilmiyordum. Bu iki bakır dirhem bana neleri verebilirdi?

Madam yanımızdan ayrıldığında Sofie bana eski yamalı bir şal uzattı. Onunla omuzlarımı kapatıp dışarı çıktığımızda bedenimize iğne gibi batacak soğuk havadan korunmaya çalıştım. Henri de bizimle birlikte çıktı handan.

"Meydandaki pazara uğrayalım. Yiyecek bir şeyler almalıyım," dedi Sofie.

Henri başını salladı. "Ben de öyle. Büyükannemin canı elmalı turta istiyordu. Yapamayacak kadar yorgun. Fırından onun için turta alacağım."

Öğrendiğime göre, Sofie anlatmıştı, Henri'nin annesi doğumda ölmüştü. Babası ise kral babamın emriyle savaşa gönderilmiş bir askerdi. Savaş yaklaşık altı yıldır sürüyordu. Henri babasını uzun zamandır görmemişti. Yaşlı büyükannesi ile kalıyordu.

Sofie ve Laurent'ın ise anne babaları yoktu. Bunun nedenini anlatır diye beklemiştim ama Sofie bu sefer beni yanıltmıştı. Gözleri dolmuş, uzun süre sessiz kalmıştı. Ben de ailesine ne olduğunu merak etmediğim için sormaya çalışmamıştım. Kendi ailemin yaptıkları bana yetmişti. Bundan böyle aile lafını bile işitmek istemiyordum.

Meydan kalabalıktı. Buraya hiç tebdil halde gelmemiştim daha önce. Her zaman insanlara önümde eğilmeleri için meydana ineceğimi önceden duyurmuştum. Bana hayranlıkla bakacakları güzel elbiselerimi giymiş, asil bir edayla karşılarına çıkmıştım. Şimdi ise tanınmayacak haldeydim. Günler öncesinde ışıltıyla parlayan açık kumral saçlarımın bile rengi solmuştu.

"Gel Amie, şu tezgaha bakalım."

Sofie'nin kolumdan çekiştirmeleriyle onu takip etmek zorunda kaldım. Önünde durduğumuz tezgahtaki sebzeleri dikkatle inceledi. Eline alıp kokladı.

"Tanrı'm, ne kadar güzel kokuyor!" Hızla bana doğru uzattı tuttuğu kırmızı domatesi. "Koklasana şunu Amie. Bu domatesler kasabadan geliyor. İçleri sulu sulu."

Alt tarafı bir domatesti. Ona bu kadar anlam yüklemesine gerek var mıydı? Sofie değişik bir kızdı. Mutlu olduğunda, ki genellikle hep gülümsüyordu, her şeyi güzel buluyordu. Bana uçan kuşları gösterirken de, handa yerlere paspas atıp tertemiz yaptığında da.

"Şuna bak Amie, kuşların renkleri ne güzel!"

"Şuna bak Amie, yerler parıl parıl parlıyor. Ne güzel paspaslamışım, değil mi?"

Bu sevincinin sebebi neydi? Nasıl hep bu kadar güler yüzlüydü? Hayatı yaşamayı sevdiği belliydi. Onun gibi bir kızın mutsuz olmasını beklerdim. Sonuçta derme çatma bir evde kalıyor, çirkin kıyafetler giyiyor, uzun saatler boyunca ayyaşlara hizmet ediyordu. O ise bunlardan hiç yakınmıyor, her zaman yeni günü sevinçle karşılıyordu. Sanki hiçbir koşul, hiç kimse onu üzemezmiş gibi.

ZALİM PRENSESWhere stories live. Discover now