16.Bölüm: ÇARE

28 65 16
                                    

16. BÖLÜM: ÇARE

Zaman önüne kattığı her şeyi değiştiriyordu.

"İnsanların hayata baktıkları pencereler tıpkı gördükleri gökyüzü gibi daima farklıdır." Demişti Felsefe öğretmenim bir keresinde. O zamanlar pek anlamlandıramadığım bu söz, bu günlerde üzerine zamanla örtülen tozları silkelemiş karşıma dikilmişti. Hayata baktığım pencere, o hayatın renklerini sineye çekmiş, hepsini gri bir bulutun ardından bakıyormuşçasına kasvete boyamıştı. Benim hayata baktığım o pencere, geçmişin yalanları ve acılarıyla kirlenmiş bir pencereden ibaretti. Tüm dünyayı kasvetin esir aldığını düşünmem de bundan kaynaklıydı. Kendim pis bir pencereden bakıyordum, fakat hayat oradaydı. Devam ediyordu. Gökyüzü ise yine onun dediği gibi bambaşkaydı. Birçok insanın umut ve huzur gördüğü gökyüzü, benim için kelimelerin cesetlerini yeryüzüne sarktığı bir mezarlıktan ibaretti.

O pencereden bakıp gördüğüm kasvet dolu geçmişim de tıpkı geleceğim gibi zihnimde en ön saflarda izlediğim bir cenaze törenini andırıyordu. Ve bir zamanlar geçmişimden kaçmaya çalışırken yara bere içinde olan ayaklarım şimdi nasır tutmuştu. Hayatım boyunca kaçmaya çalıştığım geçmişime şimdi öylesine koşmak istiyordum ki. Koşup geçmişte yaşamak değil geçmişime sarılmak istiyordum. Oysa yine o çiftliğin tam ortasındaydım ve çoktan harabeye dönmüş olan o çiftlik evine büyük bir vicdan azabıyla bakıyordum.

Hiçbir şey değişmemişti; ben yine yenilmiştim.

Ve çare, her şeyi değiştirmeye yemin etmiş olan zamandı.

Ellerimle kazıya kazıya diktiğim o tuğlalar tek bir darbeyle yerle bir olmuştu. Zamanın önüne katıp değiştirmekten ziyade yok ettiği noktadaydım. Yağmur durmadan yağıyor, gökyüzü hıçkırıklarını gök gürültüsüne gizliyordu. Evi harabeye çeviren söğüt ağacının kenarında durdum ve yağmurdan korunmaya çalıştım. Fakat orada tıpkı benim gibi yağmurdan ve soğuktan kendini korumaya çalışan gerçek benliğimi görmemi beklerken çocukluğumla karşılaştığımda irkildim. Söğüt ağacının kırılan dallarını birbirine birleştirerek kendine taç yapmaya çalışıyordu. Çocukluğumdaki anılarımı yokladım. Bu anıyı biliyordum ama taç yapmaya çalıştığım şey papatyalardı. Şimdi değişen neydi ki? Beni görünce irkilmesini geri çekilip kaçmasını bekledim ama o beni görünce sadece bir an duraksadı ve ardından söğüt ağacının dallarına şekil vermeye çalışmaya devam etti.

"Neden mutsuzsun?" Diye sordu, sesindeki neşeyi duyuyordum. Gülümsedim fakat buruk bir gülümseyişti bu. Elinde yarım yamalak yaptığı tacı hafifçe başıma koydu. "Bunu kendim için yapmıştım ama sana daha çok yakıştı." Kıkırdadı. "Tam bir prenses gibisin." Ardından tekrardan söğüt ağacının dallarını koparmaya başladı. "Diğerini yaparken bana yardım eder misin?" Başımdaki tacı alıp onun başına tıpkı onun yaptığı gibi kırılacak bir nesneye dokunurcasına nazikçe yerleştirdim. Gözlerimdeki yaşları görmüş olacak ki şaşkınlıkla dudaklarını araladı.

"Ben senin gibi olmak için çabalıyorum." Dedi umutsuzca. "Saçların uzun, genç bir kadınsın ve çok güzelsin, neden mutsuzsun?"

"Keşke ben tekrar sen olabilsem." Dediğimde anlamsızca yüzüme baktı. Buruk bir şekilde gülümsedim.

Zaman önüne kattığı her şeyi değiştiriyordu.

Saat ikiyi on üç geçe kapı zili çaldı. Gelenin Atlas olduğunu biliyordum, kapıyı açmak için balkondan kalktığım sırada Atakan'ın kapıyı açtığını gördüm ve aceleci olmayan adımlarım salona yöneldi. Üstü tamamen ıslanmış Atlas'ın pantolonun paçalarına bulaşan çamurları gördüğümde onun Aslı'nın mezarına gittiğini anladım. Kanepenin kenarındaki battaniyeyi Atlas'a uzattığımda teşekkür edip battaniyeyi aldı ve vücuduna sardı.

LEYALWhere stories live. Discover now