on sekiz

212 23 241
                                    

Öylece yattığım yatakta doğrulduğum yerden Thiago'ya bakıyordum. O iğrenç suratında pişkin, kendini fazlasıyla beğenmiş gülümsemesi ve omuzlarındaki küçük dağları kendisinin yarattığı imajını çizen belirgin dikliği ile kapı eşiğinde dikiliyordu. Bu zamana kadar gördüğüm en süzme salak insan olmasına rağmen kendisine annemin üzerine görünmez bir kubbe gibi yerleştirdiği güven kalkanı ve parasıyla her şeyi halledebilmesiyle sağladığı kolaylık onun lanet göğsünü böyle şişiriyordu yıllardır.

Yaşadığım şok durumundan dolayı ağzımdan tek kelimenin çıkmıyor olması ona muhteşem bir haz veriyormuş gibi gülümsemesi usul usul büyük, midemde şiddetli bir bulantı peyda olduracak, bir yandan da kulaklarımın arkasında gürültülü bir şekilde tehlikenin gözlerimin önünde olduğuna dair habercilik eden çanlarının çalmasına neden olacak bir sırıtışa dönüştü.

Burada olduğumuzu nereden biliyordu?

"Ne oldu, dilini yuttun bakıyorum?" diyerek sözde bir soru sordu sırıtırken, "biricik ağabeyini görmeyi bu kadar mı beklemiyordun? Yoksa heyecandan mı konuşamıyorsun?"

Bir şeyler söylemek için dudaklarımı araladım. Ancak onu burada görmeyi, en azından Moira'dan aldığım ikna edici telkinin üzerine, beklemiyordum; bu duruma hazırlıksız yakalanmış olmam nihayetinde beni dumur etmişti. Birkaç saniye öncesine kadar burada geçirmek zorunda olduğum gecede kendimi rahatlatmak adına uğraşırken bu bayır domuzunun bulduğu bütün deliklerden her şeyi altüst etmek için çıkıp gelmesi gerçekten Tanrı'nın bana verdiği en büyük cezaydı.

Benim konuşmamı elbette ki beklemedi. Uzun boyu ve güçlü bedenindeki sinir bozucu, kasıntı hareketleriyle odanın kapısını arkasından kapattı. Üzerinde karnına kadar siyah, geri kalanı gri renkli olan örgü bir boğazlı kazak giymiş, yenlerini de bileklerinin birkaç parmak aşağısına kadar sıyırmıştı. Başının arkasına doğru yatırdığı bal rengi saçları odanın beyaz ışık saçan floresan lambaların altında parlıyordu. Odadaki varlığının üzerinden öyle çok geçmemesine rağmen parfümünün o boğazımı yakan keskin kokusu her tarafa yayılmıştı bile ve bu aslında her şeyin berbat bir kâbus olmasını isterken nihayetinde bana ne kadar kâbustan uzakta olduğumuzu hatırlatacak kadar güçlüydü.

Bir elini tuttuğu bir şeyi gizlemek ister gibi arkasında beklettiğini sırtını bana dönünce fark etmiştim. Kısa, küt parmaklarının arasında özenle süslenmiş, kalın, içerisinde her biri ötekinden farklı olan, rengârenk çiçeklerden oluşan bir buket tutuyordu. Etrafına bir de kırmızı bir kurdele bağlanmıştı.

Hah. Beni hakikaten koca bir alay konusu olarak görüyordu.

Güçlükle konuşmadan önce kendimi topladım ve, "Senin burada ne işin var?" diye sordum sertçe.

"Aşk olsun, çok gücendim." Yatağıma doğru sinsi sinsi adımlarken alt dudağı sahte bir hüzünle aşağı doğru kıvrıldı. "İnsan hiç ağabeyine böyle şeyler söyler mi? Üstelik artık ne kadar az görüşüyoruz, değil mi?"

"Ne saçmalıyorsun?"

"Diyorum ki, bana hesap sorman ağabeylik duygularımı incitiyor." Çiçekçiden taze alınmış buketi tuttuğu elini kaldırıp göğsünün üzerine, kalbinin yakınlarına bir yere götürdü. Tam oranın acıdığını göstermeye çalışıyordu bunu yaparken. "Böyle şeylere alışkın olduğum söylenemez. Derinden yaralanıyorum."

"Seni tanımasam ancak bir kalbin olduğuna inanabilirdim."

Başucuma gelene kadar adımlamaya devam etti. Suratındaki o ifadeden midem o kadar bulanıyordu ki yaşadığım bu tiksintiyi tarif etmeye yetecek iyi bir yol bulamıyordum. Sanki koluma serum takılı olmasına rağmen ondan kilometrelerce uzaklaşmam mümkün olabilirmiş gibi ellerimi yatağa bastırıp biraz daha doğruldum ve yatakta geriye doğru kaykıldım. Ancak elbette ki bu nafile bir çabaydı. Bir yere gidemiyordum, Thiago da bunu fırsata çevirmeyi hayatta kaçırmayacak kadar pislik bir adamdı.

Evermore || stylesWhere stories live. Discover now