2 - son tatlı

309 27 61
                                    

Kıvanç Karadeniz'i bizim lokantaya davet ederken gerçekten davet etmemiştim. Gelmesini ummuyor ve istemiyordum ama işe bakın ki gelmişti.

Karın yağdığı ilk geceden iki gün sonra, pazartesi akşamıydı. Pazartesi restaurantının kapalı olduğu gündü. Tek boş akşamını Marina'da şakşuka ve balık ekmek yiyerek geçirmeye karar vermesi değişikti. Değişik bir adamdı.

O kapıdan girdiğinde ben boş masalardan birinde oturmuş yemek yiyordum. Zaten benim oturduğum masa dışında 2 masa doluydu. Kıvanç Bey'i görmek beni epey şaşırmıştı. Ağzımdaki lokmayı zar zor yutmuştum. O ise bana bakıp sırıtmış, başını hafifçe eğerek "Merhaba." demişti.

Annem bu dostane ziyareti oldukça hoş karşılamıştı. Sohbetlerinin ikinci dakikasında ona Kıvançcım diye sesleniyordu, Kıvanç da tüm iyi aile çocuğu tavrıyla Sinem Abla diyordu anneme.

"Sinem abla buna bayıldım, harika bir şey bu!" diyerek babamın en sevdiğini, biber yoğurtlamayı gösterdiğinde ikinci kez gönülleri fethetmişti. Rahmetli babam sevdiği için annem bu mezeyi yapmayı ayrı bir severdi, insanların yemesinden beğenmesinden de çok mutlu oluyordu.

Yemeğin sonunda sıra benim süt helvamın servisine gelmişti. Helvayı masaya bırakırken annem ayaklandı. "Hale sen misafirimizle ilgilen, ben mutfağa bir bakıp geliyorum." dedi.

"Tamam anne." diyerek Kıvanç'ın yanındaki sandalyeyi çektim, usulca oturdum.

Yumruğumu çenemin altına alıp ona baktım.
"Nasıl, memnun edebildik mi sizi şef?"

Helvaya kaşığını daldırırken "Estağfurullah, şeref duydum beni ağırlamanızdan." dedi. Ağzı iyi laf yapıyordu.

Tatlıdan aldığı ilk lokma daha bitmeden "Sen mi yaptın?" dedi.

Kaşlarımı çattım. "Nerden anladın?"

Sırıttı. "Anlamadım, boş attım dolu tuttu diyelim. Demek sen yaptın, şeflik var mı?"

Omuz silktim. "Sence var mı?" Başını sağa yatırdı, beni ölçüp tartan bakışlarla "Annenden el almış olabilirsin, mutfakta yetişmişsindir. Tatlı gayet iyi."

Gülümseyip "Afiyet olsun." demekle yetindim.

Sessizce tatlısından bir kaşık daha aldı.

"Park sorununu halletmişsiniz, teşekkürler."
Kapısına dayandığımın ertesi gününde sorun çözülmüştü. Şaşırmıştım çünkü o gün beni geçiştirdiğini, pek de umrunda olmadığını düşünmüştüm. Zaten öyle üst segmentte bir restaurant işleten adamın küçük esnafın halinden anlamaması normal bile sayılırdı.

"Hale-" dedi, ardından duraksadı. "Ben sana Hale diyeyim sen de şu sizli konuşma işini bırak, komşuyuz dedik ya, resmiyete ne gerek var."

İç çektim. "Dil alışkanlığı benimki. Hale diyebilirsin."

Başını salladı. Ardından bakışlarının masanın üstündeki elimde takıldığını fark ettim. Ben de elime baktım, sol elimin üstündeki yara izini o gece karanlıkta fark etmemişti muhtemelen.

"Eski bir yara, mutfak kazası." O sormadan açıklamamı yapmıştım. Ardından elimi masadan çekip kucağıma koydum.

"Geçmiş olsun. Mutfakta çok oluyor böyle şeyler."
Tatlısından bir kaşık daha aldı. O esnada açılan kapının şıngırtısıyla ikimizin gözleri de kapıya döndü.

Tam zamanında.

"Efe?"
Sandalyeyi itip ayağa kalktım.

Büyük iki adımla yanıma geldi, elini belime yerleştirdi. "Aşkım." Yanağıma dudaklarını bastırırken itmek için bir elimi omzuna koydum ama geç kalmıştım. Efe kendi kendine geri çekildi, tahmin ettiğim gibi yüzü buruşmuştu. "Mutfağa mı girdin sen yine? Balık kokuyorsun."

ısırgan | kıvanç karadeniz Where stories live. Discover now