II. GÖRÜLMEMESİ GEREKENLER

200 6 3
                                    

Gece

Hayatımda tecrübelediğim en berbat lunapark deneyimiydi.
Ki bunda Ayzer'in hız treninden sonra üç kere üstüme kusmasının payı yoktu bile.
Onu fal dükkanlarından sürüklemek için ikna etmem epey uzun sürmüştü. Ne zaman falcı çadırlarından dışarı çıksa burnuma misk kokusu ile karışık lavanta tütsüsü doluyordu. Bazen Ayzer için tüm o çadırlarda tütsüleri soluya soluya mı böyle oldu, diye düşünmediğimi söyleyemezdim.
En son ki çadırdan hayatının aşkını dünyanın öbür ucunda bulacağına dair bir 'kehanet' aldıktan sonra, onu Tanzanya'ya uçak bileti almamak için zor tutmuştum.
"Tanzanya'da bulsan bulsan yamyamları bulursun, Ayz. Mum ışığında yamyamlarla insan eti yemek senin için romantik bir aktivite ise, izin ver biletini ben ısmarlayayım." dediğimde gözlerini devirmiş, ve pamuk şeker standını gördüğü anda Tanzanya'yı unutup oraya doğru koşmaya başlamıştı. Hayır, Ayzer hiçte pamuk şeker yerken pek şirin görünen o kızlardan değildi. O, hepsini tekte yutmayı seviyordu. Eğer yutamazsa, onu büyük bir felaketin yutacağına inanıyordu. Ah, Ayz, Ah. Sana doğum gününde o hippie kitabını hiç almamalıydım.

İç çekerek yanına yürüdüm. Onu bu kalabalıkta kaybetmemek için kartal olmak gerekirdi. Koluna tekrar girdiğimde ağzıma benim için aldığı pamuk şekeri tıkıştırdı. Hız treninden sonra midem o kadar alt üst olmuştu ki, küçücük bir parçayı çiğnemek bile benim için eziyet hâline gelmişti.
"Sence Alfinler-"
"Uzun kulakları ve kuyrukları olan yaratıklar mı? Sanmıyorum Ayz." dedim kuracağı cümleyi binlerce kez duyduğum için tahmin ederek.
"Peki sence Alfinler-"
"İnsanları büyüleyici sesleri ile suyun altına çekip, boğuyorlar mı? Sirenlerle karıştırıyorsun."
Somurttu. Kuracağı cümleleri tahmin etmek, bir bebeğin elinden şeker almak kadar kolaydı. Benim batıl inanç bağımlısı tatlı arkadaşım, ben kendimi bildim bileli Alfinlere takmıştı.
Gerçi, onu suçlayamazdım çünkü belki de olmayan ailesinin yokluğunun merhemini böyle hikâyelerde buluyordu.
Gözlerimin toz pembesi bir stand üzerinde takılı kaldığını gördüğünde baş parmağı ile elimi okşadı. "Gece?" dedi sesini yumuşatarak. Daldığım dünyadan çıkarak bakışlarımı ona çevirdim. "Sen iyi misin?" dedi bana ceylan bakışlarını dikerek. Yıllarca aynı odayı paylaşmamızın bir getirisi de, birbirimize dair her şeyi adımız gibi bilmemizdi.
"İyiyim ben." Soğuk havayı içime çekerek derin bir nefes aldım. "Gel, Ayz. Kazanmamız gereken bir ayı var." dediğimde gözleri şaşkınlıkla açıldı. "Gece! Aklını mı kaçırdın se-" Birden bire durdu. Onun adımları sabitlendiğinde, koluna girdiğim için bende durdum. "Ayzer! Zaman kaybedemeyiz, hadi!" Gözlerinde Sherlock Holmes'in ışıltısını gördüm. Küçük oyunumu anlamış olabilirdi ama şu an hiçbir şey o ayıcıktan önemli değildi. "Bu yüzden lunaparka gidelim dediğimde şikayet etmedin..." dedi şaşkınlıkla. "Gece, onun burada olamayacağını biliyorsun." dedi nazik bir ses tonu ile. "İstersen eve dönebiliriz, favori filmini izleriz. Söz veriyorum Draco'ya olan aşkını bile saatlerce dinlerim ama burası sana iyi gelmiyor, gidelim."
Hayır.
O ayıyı almam gerekiyordu.
Gerçek şu ki, tek batıl inançlara sahip kişi Ayz değildi. Soyumuzdan gelen bir inancı büyümbabam sayesinde bende taşıyordum. Büyükbabam annemin uzun yıllar önce bulmaması gerektiği bir şeyi bulduğunu ve Tanrıçaların bunun için annemi cezalandırdığını söylerdi. Alınan bir şeye karşı verilen bir şey, kural buydu. Ama büyükbabamın dediğine göre, Tanrıçalar istedikleri şeyi alana kadar durmayacaklardı, ve o 'şey' bendim. Alınan bir şeye karşı verilen bir şey...
"Gece, dur!" Elini bırakıp kalabalığın içinde tahtalarla kapatılmış oyun alanının olduğu yere doğru koştum. Oyun alanının reklamını yapan toz pembesi standı geçtim ve tahtaya vurmaya başladım. "Kimse yok mu?" Sesimi dikkat çekmeyecek kadar alçak, tahtaların ardındaki birinin duyabileceği kadar yüksek tutuyordum. Ayzer bana yetiştiğinde benim ellerim kapıya vurmaktan kızarmış, o ise nefes nefese kalmıştı. Soğuktan kızarmış yanaklarını gördüğümde çocukluğumuzda ona hep kiraz yanak dediğim geldi aklıma.
Kapıyı bir kez daha yumrukladığımda Ayzer zar zor konuşmaya çalışıyordu.
"O ayının içinde bir şey yok, Gece! Aradığın sayfa orada değil." diye fısıldadı kulağıma dikkat çekmemek için. "Nereden biliyorsun?" dedim ona nefesimi düzenlemeye çalışırken. İç çekti. "Bak, seni anlıyorum ama sence de bu hikâye boşluklarla dolu değil mi? Hem sen kendi ağzınla söyledin, büyükbaban annenin günlüğünden geri kalanları sana verdiğinde kendi ağzınla çok fazla yırtık sayfa olduğunu söyledin."
İşte buna verecek bir cevabım yoktu.
"Hem sen ben ne zaman Alfinlerden bahsetsem, "Saçmalık!" demiyor musun?" Beni taklit ederek "Saçmalık!" dediğinde, Ayzer'le kış akşamları battaniye altında izlemeye bayıldığımız çizgi film karakteri, Chloe Burjuva'yı anımsattı.
Sorun şuydu ki, haklıydı. Zira ben gerçekten de Alfinlere dair her şeyi saçma buluyordum. Büyükbabam çok ısrar ettiğimde bir kere ağzından bir isim kaçırmıştı, Sina demişti. Ne anlama geldiğini bilmiyordum, fakat öğrenmekte kararlıydım. Günlüğün son sayfası, ayıcığımın içine olmalıydı.
İçime derin bir nefes çektim, sanırım Ayzer'i ikna etmenin tek yolu ona kendime sakladığım bazı gerçekleri söylemekti. "Bak... Büyükbabam annemin Tanrıçaların kutsal maabedini aramaya gittiğini söylemişti." Kaşları yukarı kalktı. "Ne?Mabetlerini derken..."
"Evet, evet. Alfinlerin dünyasındakinden bahsediyorum, Ayz. Neydi adı? Element miydi? Elemer?"
"Elemental!" dedi beni azarlarcasına. "Her neyse. Işte, Tanrıçaların kutsal mabetlerini koruduğuna inanılan ejderha ve onun tek zayıflığı olan yıldız ışığı ile ilgili hikâyeyi, benim büyük büyük büyük büyük büyük -ve muhtemelen önünde beş, altı tane daha büyük olan- anneannem yazmıştı. Ve o kitap, hep nesilden nesle aktarıldı. Ta ki, benim anneme gelene kadar." Ayzer'in gözleri şaşkınlıkla açılırken duyduklarını idrak edemiyor gibiydi. Annemden bahsettiğim için bu kadar şaşırmış olmalıydı, çünkü ben ondan hiçbir zaman bahsetmemiştim, anne bile dememiştim ondan bahsederken, hep 'o' demiştim. "Ve annem, o kitabı yakmaya çalıştı. Efsaneye göre... Kitabın kapağı camdan yapılmaymış, Apollon kehanetlerini içine üflemiş ve kim kapağa bakarsa sonsuza kadar kehanetlerin içinde kaybolmak ve gerçeklik algısını yitirmekle lanetlenirmiş, annem kehanet olarak her ne gördüyse kitabı yakmak istemiş. Büyükbabam Tanrıçaların bunu kadere bir müdahale olarak gördüğünü ve..." Yutkunurken boğazımı saran hayali dikenli telleri hissedebiliyordum, ağlamamak için duraksamıştım. "Ve onu öldürdüklerini söyledi." Ayzer'in vücudu bir anlığına titrediğinde annemin de Tanrıçaları karşısında gördüğünde böyle titreyip, titremediğini merak ettim.
"Alınan bir şeye karşı verilen bir şey, kural bu." dedim yutkunarak. "Annem kitabı yakmayı planlerken, sürekli planlarını yazdığı o günlüğün son sayfası aklımdaki her soru işaretini gidermek zorunda. Bence gördüğü kehaneti oraya yazdı ama kimsenin eline geçmesini istemediği için kopardı." Gözleri kısıldı. "Ve sende o sayfanın bu ayıcığın içinde olduğunu düşünüyorsun? Tabii eğer gerçekten içeride bir ayıcık varsa."
Başımı salladım. "Büyükbabam dedi ki, annem beni doğurduktan beş yıl sonra ölmüş. Ve o sayfayı da asla bulamamışlar. Benim teorim ise..." Dudağımı ısırdım, ama dudaklarımı soğuktan hissetmiyordum. "Benim teorim ise oyuncak ayımın içine sakladığı. Annem ölmeden günler önce vermişti o ayıcığı bana. Özel dikim olduğu için de iyi para ediyordu, bu yüzden babam dara düştüğünde onu sattı." Bana doğru bir adım attı ve kollarını bana sımsıkı sardı. "Çok üzgünüm, Gece." dedi saçlarıma minik bir öpücük bırakırken. "Şimdi ayıcığı alabilir miyiz?" diye sordum sesimin titremesini engellemeye çalışarak. Başını onaylarcasına salladı. "Bir hırsız olmadığımız kalmıştı." dedi şakayla karışık. Hafifçe tebessüm ettim. O tahtalara vurup sağlamlığını kontrol ederken, bende onu izledim. "Sanırım çıkmış bir çivi buldum, bak." İşaret ettiği yere baktığımda gerçekten de bir tahtanın düşmek üzere olduğunu ve paslanmış çivilerin artık hiçbir işe yaramadığını gördüm. İkimiz birlikte tahtayı geriye doğru çektiğimizde küçük bir boşluk açıldı. Güzel, bu ilk adımdı. "Ayıcığın burada olduğundan nasıl bu kadar eminsin?" diye sordu bana tahtaları benimle birlikte sökmek için uğraşırken. "Önemli bir şeyi saklamak için lunaparkın arkasındaki terk edilmiş oyun alanı kulağa pekte güzel bir seçenek gibi gelmiyor."
"Ayzer." Tahtayı kendine doğru çekerken gözlerini kısmış, kaşlarını çatmıştı. "Hmm?"
"Hani ben sen kahve falıma bakarken dediklerini saçma buluyorum ya."
"Eee?"
"Eğer ben sana saçma bir şey anlatsam yine de bana inanır mısın?" Güldü. "Anlat bakalım."
"Ortaokulun son senesi, seçmeli derslerimizden birine Amon diye yeni bir profesör girmeye başlamıştı." Soğuk dişlerimi titretiyordu. Gözleri merakla benimkileri buldu. "Ama ben onu daha önceden tanıyordum, o babamın ayımı sattığı adamdı." Soğuktan morarmış dudakları şaşkınlıkla aralandı. "Ve?"
"Bende ayımı geri bulma umudu ile onu bir gün okul çıkışı takip etmiştim..."
"Ve o da, tam olarak buraya geldi." İç çekerek başımı salladım. Gülmeye başladığında affaladım. "Gece, ortaokul sondan bahsediyorsun! Üzerinden sekiz sene geçmiş! Hem eblki de adam burada birini bekliyordu, ayının burada olduğunu nereden biliyorsun ki?" Somurttum, ta ki o benim sığmama yetecek bir boşluğu açacak büyük bir tahtanın çivisini gevşetmeyi başarana kadar. "Bingo." dedim neşeyle.
"Oraya yalnız girmeye düşünmüyorsun, herhalde?"
"Ah, şey..."
"Gece!"
Omuz silktim. "Şöyle bir bakıp çıkacağım, Ayz. En fazla ne olabilir ki?"
"Bunu en son söylediğinde, disipline gitmiştin." Gözlerimi kaçırdım. "Çok hızlı olacağım söz." Yanağına şirin mi şirin bir öpücük kondurdum. "On dakikan var, Gece. Geri dönmezsen polisi ararım." Ellerimi teslim olurcasına kaldırdım. "Hayhay, leydim."

Ve dakikalar sonra, içerideydim.
Bunun berbat bir fikir olduğunu düşünmeye başladığım ilk an tavanda bir örümceği ağında gezinirken gördüğümdeydi. Boğazımdan bir çığlık koptuğunda, Ayzer'in endişeli sesini duydum. "Gece?"
"İyiyim!" dedim hemen. "Sadece küçük yaratıklar ile başım birazcık dertte." O dikkatli olmam gerektiğine, hatta bazı örümceklerin zehirli olduğuna ve bir insanı nasıl öldürebileceğine dair bilgileri medikal bir eda ile anlatırken, sökülmüş tahtaların arasından beni dikkatlice izleyen kahve gözlerini görebiliyordum. "Ve tam da bu yüzden sarı renkli örümce- GECE! Oraya basma, görmüyor musun zemin içine çökecek gibi görünüyor!" Gözlerini kısmıştı, ben kapıdan uzaklaştıkça o da adımlarımı takip etmek için uğraşıyordu. "Ayzer." dedim temkinli bir şekilde.
"Korkmalı mıyım?" diye cevapladı beni.
"Hayır, sadece bir kapı gördüm."
İçeride toz yığını ve çürümek üzere olan parkeler, beni çığlıklar ile dünyanın öbür ucuna kadar koşturabilecek örümcekler ve iğrenç bir koku dışında sadece raflar vardı.
Midemi tutarak ilerledim, her adımıma çürük tahtaların uyarı çanları gibi sesleri eşlik ediyordu.
"Buradan orayı göremiyorum, Gece. Bak gördün işte içeride ayıcık falan yok, hadi gidelim."
"Beş dakikaya döneceğim, söz Ayz!" Adımlarım onun cevabını beklemeden kapıya yöneldi. Arkamdan ofladığını ve endişeli endişeli mırıldandığını duyabiliyordum.
Ta ki odanın kapısını yoğun bir gıcırtı sesi ile aralayıp, içeri adım atana tek.
Artık duyduğum tek ses, adrenalinin dans ettiği vücudumda yerinden çıkacakmış gibi atan zavallı kalbimdi.
Belki de Ayz'ı dinlemeliydim çünkü burada sadece toz, daha çok toz ve-
Ve bir ceset vardı.
Tanrım, hayır, hayır, hayır. Bu cidden de berbat bir fikirdi.
Daha da kötüsü, cesedi kucağına yüz üstü yatırmış, altın iplikler ile sırtına kukla ipleri diken bir kadındı. Iplerle aynı renk altın gözleri benimkileri buldu, masum bir eda ile birkaç kez kırpıştırdıktan sonra dudaklarına tüyler ürpertici bir gülümseme yayıldı. "Merhaba yeni kuklam."
Sesi, kulaklarımı kesmeme neden olacak kadar güzeldi. O kadar güzeldi ki, artık dünyada duyduğum hiçbir şeyin onun sesine eş değer olmayacağını bilmek bir anda hayatı anlamsız kılmıştı.
Boğazımın kuruduğunu, gözlerimin korku yaşları ile doluğunu idrak ettiğimde bacaklarım öylece yere sabitlenmişti. Kaçamıyordum, bu kadında beni ona çeken bir şey vardı.
"Bedeller, bedeller, bedeller." diye mırıldandı cesedin sırtına ipleri dikmeye devam ederken. "Görmemen gereken bir şeyi gördün, küçüğüm. Ölümün kader çarkında yerini aldı."
Ah... Annemle aynı kaderi paylaşmayı kesinlikle ama kesinlikle istemiyordum. "Senin için küçük bir oyunum var." Parmaklarını oynattığında vücudumda hayali ekler hissettim. Ve saniyeler içinde karnımdan boynuma kadar ulaşan izler belirdi. Vücudum sanki gökyüzüymüşde, bu iz de siyah bir şimşekmiş gibi görünüyordu.
Gözlerim dehşetle açılırken hayatım için yalvarmaya hazırdım. Hem daha ilk öpücüğümü almamıştım ki ben!
"Seni saniyeler içinde öldürmemek için hiçbir sebebim yok." dedi neşeli bir ses tonu ile. Işte o zaman üzerindeki beyaz elbisenin cesedin kanları ile ıslandığını fark ettim.
"Tabii eğer..." Kıkırdadı. "Eğer küçük bir oyuna varsan olay değişir."
"Kabul." dedim hiç düşünmeden. Dudakları kurnaz bir tebessüm ile aralandı.
"Alfinler insanların arasına kendilerine ait olanları almak için indiğinde... Seni onlardan biri gibi göstereceğim."
"Alfinler mi?" Ah, Tanrım. Ayzer'e bunca yıldır deli dediğime inanamıyorum. Asıl kör bendim.
Başka nasıl bir güç bedenimde böyle bir etki bırakabilirdi?
Yutkundum. "Ve oraya vardığında, benim için bir şey yapmanı istiyorum. Eğer başarırsan hayatını bağışlayacağım." Derin bir nefes aldım, en kötü ne olabilirdi ki?
"Ateş Lordunu öldürmeni istiyorum."
Ah... Hayat beni şaşırtmaya bayılıyordu.

KANLI KUKLA (HGOİ)Where stories live. Discover now