Hain Kim?

25 7 66
                                    


                       🌷Bizim aşkımız çorak topraklarda çiçeğin yetişmesini beklemek gibiydi. 

                                                            Umutsuz ama hayata bağlayan. 🌷

    Algoritmaya göre yasın beş aşaması bulunuyordu. İnkar, öfke, pazarlık, çaresizlik ve kabullenme. Bir yasın içerisindeydim ama sonucu bilmiyordum. Toprağın altına girmemiş olan biri için herkes öldü diyordu. Annen ölecek diyorlardı. Bilmiyorlardı, annem ölseydi onunla beraber her şeyim gömülecekti. 

    Oysa şimdi ne içimde bir duygu ne de his vardı. Korseme sakladığım o kağıt parçası bile beni endişelendirmiyordu. Yüzü yanmış olan bir kadın tarafından yaralanan annem şimdi soğuk yatakta, soğuk bedeniyle yatıyordu. İçindeki bize olan sevgi ne onu ısıtmaya ne yaşatmaya yetiyordu. Durumu kritikti. 

     Daha bu sabah her şey farklı değil miydi? Kaderin imtihanı mıydı bu bana? İnkar etmeyeceğim diyor ve yasa girmeyi reddediyordum. Annem ölmeyecekti. Yaşayacaktı, yaşamalıydı. Benim için hayatta kalmalıydı çünkü ben onsuz ayakta duramam. 

    Şimdi elbisemin tozlanmasını umursamadan koridorda belim soğuk duvara çarparken oturuyordum. Babam içerideydi yanımda ise Carent vardı. Gözleri artık çıkacakmış gibi dururken kırmızı teni arasından beyazlığı görmek imkansız hale gelmişti. Canım kardeşim, hepimiz perişan olmuştuk. 

    Oysa aralarında en kötüsü bendim ama belli etmemeye çalışıyordum. Bazen nefesim kesiliyor, yutkunamıyordum bile. İçeride yatanın benim annem olmasına imkan vermek istemiyordum. O ölünce kraliçe olacaktım, ama olmak istemiyordum. 

    Beni korkutan en büyük sebeplerden biri buydu. O haydudu benim tuttuğumu düşüneceklerdi. Açgözlü prenses sabredemeden kendi annesini öldürdü. Hayır, öldürmedi. Benim annem ölmedi. Ölmeyecek, ölemez. 

    Başhekim Angron içeriden çıkınca kendimi onun yanında bulmam bir olmuştu. Uzun süre hareketsiz kalınca ve birden hareket edince tüm kemiklerim çıtırdamasını hissetmiştim. "Angron," dedim, umut bekleyen bir ses tonuyla. "bana iyi şeyler söyle." Angron elindeki eldiveni çıkarırken bana verecek bir cevap arıyordu. ""Prenses-" 

    "Angron!" 

     İçeriden yükselen bir sesle üçümüz de odaya koştuk. Babam annemin başucunda telaşla yapacak bir şeyler ararken bizim gelmemizle kendini tutamadı. "Öldü mü o Angron neden nefes almıyor?" Karşımdaki kişiyi çok tanımasam da bu sesi fazlasıyla biliyor ve hissediyordum. Çaresizlikten başka bir şey değildi bu. Sevdiği kadın kollarında ölürken yapacak bir şeyin olmaması koskoca kralı bile çaresiz bırakmıştı. Ve ben şimdi ölümün ne kadar geri dönülemez bir şey olduğunu bir kere daha hatırlattım kendime. Bende belki ölecektim ama kimse arkamdan bu kadar ağlamayacaktı. 

     "Öldü mü o Angron?"

     "Neden nefes almıyor?" 

     İki cümle bir insanının hayatını ters çevirebilir mi? Yerden yere atabilir mi? Ben annemden daha ölüydüm belki şuanda, daha soğuk. O bir kere ölürken ben burada bin kere öldüm. Nefesim çıkmıyordu. Angron elindeki ayna ile annemi nefes alışverişlerini kontrol ederken ümitsiz bir şekilde yorganı başına kadar çekince ağzımdan feryat bir anda kopuverdi. 

    "Anne!" Bağırıyor, ağlıyor, nefes alamıyor ve krizlere giriyordum. Ben titrerken, renkten renge girerken tek hatırladığım babamın beni umursamadan bir köşede ağlaması ve Carent ile Angron'un beni sakinleştirmeye çalışmasıydı. Gözlerimin sonsuz uykuya kapanmasını umarak bayıldığımda tek isteğim buralardan çekip gitmekti. Evet gidecektim. Ama bu farklı bir yolla olacaktı. Sonunda ölüm olan bir yolla. 

Ölümün Perde ArkasıWhere stories live. Discover now