BİR ŞEHRİN ANATOMİSİ

20 2 1
                                    

🎬🎁💗👋 merhaba sevgili watpadd Okurları. Uzun bir aradan sonra nihayet yeniden birlikteyiz. Evet, açıkçası haklısınız. Sizi Mihrican kitabımdan sonra yalnız bıraktım. Hepinizden özür dileyerek başlamak isterim. Şuanda Mihrican kitabım Akademisyen yayıncılık sponsorluğunda tüm kitap marketlerde sizleri bekliyor. Ve şimdi yepyeni bir kitap ile sizlere yeniden merhaba demek istiyorum. BANA BİR ŞİİR ANLAT kitabı uzun zamandır benim hafsalamda beklemekteydi. Ama artık gün yüzüne çıkma zamanı geldi. Kitap hem şiir hem de öyküler den oluşan bir projedir. Bir sayfada şiirini okuyup diğer sayfasında o şiirin öyküsünü bulacağınız enfes bir armoni ile ritmi tutturacaksınız. Keyifli bir kitap ve 30 yeni şiir ve öyküsüyle her defasında sol anahtarı atmaktan mutlu olacağınız bir heyecan sizi bekliyor. Evet, kitaplığımda bulunan ve isteyen herkesin kitabını da ciddiyetle yorumlayacağıma kuşkunuz olmasın. Sizlerden de aynı özveriyle bekliyorum. Yorum ve beğenilerimiz ile bana destek vermenizi umarak sol anahtarı aşağı paragrafa iliştiriyorum.
Sevgiyle kalın, keyifle okuyun değerli okurlarım... 💗

🎼ŞİİRİ

Hangi dağın eteğidir bu yırtılan?
Susamış bir sedir ağacı kadar beklemeyi öğrendik.

Hangi Sahranın kumudur bu buz tutan?
Gözyaşlarıyla çiçekleri sulamayı öğrendik.

Bir fidan mıdır bu, kayada biten?
yoksa çaresiz bir ayrıkotu mu köküne güvenen?
Kim der, lale gibidir beden?
Kayaya umut bağlamayı öğrendik.

Hoş gelir uzaktan davulun sesi,
Söyle,Agıtlarda hoş mudur ki?
Bulbul sazı ne bilsin ki?
Kuşa minnet etmeyi öğrendik.

Korkusuz bir er midir meydana çıkan?
Yoksa çıngıraklı mıdır bu yılan?
Etme gözlerim hayaldir bu devran
Yılana el pence durmayı öğrendik.

Nicedir bu cihan saraylı
Gönül kime düşer ise zaten alaylı.
Fırında iki ekmek sırası mıdır bu gayrı?
Sazı toprağa gömmeyi öğrendik.

Sen ki Hasansın, tabi kim ola ki?
Baktığın koyun mudur yoksa kader mi?
Tütün dumanı senin ömrün müdür ki?
Koyuna tabi, çoban olmayı öğrendik…


ÖYKÜSÜ
Dağın eteklerindeki evinin önünde, kocaman bir kayanın üzerine çömeldi. Tan ağarırken uyanmıştı. Daha yüzünü bile yıkamadan cebinden çıkardığı tabakasından bir tutam tütün alıp sardı. Hava berrak, gökyüzü saf bir gelin gibi bembeyaz parıldıyordu. Başındaki kasketini dizine taktı. Gün doğuşu tüm sıcaklığıyla geceden kalan poyrazı alıp götürüyordu. Karşıdaki tepelerden doğan güneşin yüzüne bakılabilir bir vakitti. Peki, artık neden kibritiyle yaktığı sigarasının dumanını içine çekerken o anın keyfini çıkaramıyordu. Huzursuzdu… Aklı, zihni, ruhu bu düzenin içinde eriyerek kaybolmuştu. Tüm hüviyeti, tekdüze bir yaşamın tutsağı olup o diyarın her köşesine savrulmuştu.
Yaşamak; hayatını, hedefini, işini, sevdiklerini dilediğin gibi seçme hürriyetine sahip olmak değil miydi? O yaşıyor muydu? Başka birileri tarafından hükmedilen, çaresiz, beklentisiz, bomboş bir kalp ile nefes alana yaşıyorsun denilir miydi?
Her şeye rağmen güneş ısrarla tepelerin ardından her günü sabah ediyor, sürülerin kırlardan döndüğü vakitlerde ayın gün batımını beklemeksizin bu sabırsız doğuşu akşam ediyordu. Zaman ömrün giderek kısalmasına aldırış bile etmeden mevsimleri şehrin avuçlarına bırakıyordu. Dağın eteklerine kadar uzanan şehir, buram buram tarih kokuyordu. Dar sokakları, asırlık camileri, medreseleri, kiliseleri ve manevi rüzgârların salınarak yürüdüğü ziyaretleriyle dünyanın kurulan ilk üç kentinden birisiydi Mardin… Ömerli, Dargeçit, Midyat, Nusaybin, Kızıltepe…
Tarihlerin tümüne tanıklık etmiş olan bu kent açık müze gibidir aynı zamanda. Bu toprakların havasını, suyunu, gelmiş geçmiş medeniyetleri saymakla bitmeyecek kadar çok! Bitmeyen savaşlar, töreler, kan davaları… Bir tek bu üç kısır döngü, bu mistik kenti yağmalıyor. Giderek derin yaralar açılan kentin bağrından; mor menekşeleri, salkım sümbülleri, kaynayan pınarları, şakıyan bülbülleri ve belki de şehrin tarihi değerini tehdit etmeye devam ediyor.



İçine çektiği dumanı güneşin parıldayan harelerine savururken, masmavi bir sis bulutunun havadaki oksijenin içinde kendisi gibi yok olmasının çaresizliğiyle, bile bile teslim oluşunu izledi bir süre. Sonra hışımla ayağa kalktı. Elindeki izmariti yere fırlatıp, hırsla ayağındaki iskarpinleriyle ezdi. Yüreğinden semalara bir nida gidecek oldu. Başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Gökyüzü öyle pembe bir işveyle gülümsüyordu ki, utanıp, başını tekrar yere eğdi. Az evvel hırs ve öfkeyle ezdiği izmarit ayaklarının dibinde toprağa bulanmıştı. Bir gün kendisinin de sonunun tıpkı, gün doğarken sardığı ve kendisi tarafından giderek tükettiği işe yaramayınca da sırf kendi çıkarları için ayağının altında ezdiği bu sigara gibi olacağını düşünüyordu. Toprağın altında çürümeye yüz tutarken onu kullananların hala nefes almasına beddua edecekti bekli de…
İlerden tozlu yolu, toz duman eden ayak sesleri işitti. Bu kez başını onların kaderine çevirmişti. Kilometrelerce yolu arşınlayıp, şehir merkezinde “adam olmaya” giden küçücük bedenler gördü gözbebekleri. Şehirdeki akranları henüz uykudayken onlar, asker gibi düzülmişlerdi ta ufuktan bu yana yollara. Ama yine de gururluydu Hasan. Yılmamışlardı hiçbir zorluğa, direniyorlardı ayakta kalabilmek için. Oysa o çoktan direnmekten vazgeçmişti. Uykuda kalmıştı çocukluğu. Ama kardeşinin uykuda kalmasına müsaade etmeyecekti. Her ne pahasına olursa olsun, bu düzeni bozmaya kararlıydı o. Gül yüzlü anasının yıllanmış sesi geldi kulaklarına.
- Hasan! Lo hasan! Li min binerê  hela. Çima denge xwe neke. Ez ba kî dikim? Li min binerê!
(hasan! Hey hasan! Bana bak. Niçin sesini çıkarmıyorsun? Bana bak!)
Zavallı anacığı Türkçe bilmiyordu. O da diğer tüm talihsiz kadınlar gibi okulun yüzünü görememişti. O da anacığından farksız değildi ki. Okuma yazması vardı ama ilkokula kadar gidebilmişti. Çünkü kötürüm bir babası, hastaya bakmaktan yorgun, yaşlı bir anası ve okula giden bir kız kardeşi vardı. Çobandı Hasan. Köyün tüm hayvanlarını; buğday, ekmek karşılığında kırda güderdi. 
Öğrencilerin tozlu yoldan geçerken kardeşi bBrfin’i de çağırdıklarında anacığının ne söyleyeceğini bilirdi. Yine de dönüp ona baktı. Ve Kürtçe sordu ona;
- Tu çi dibeji yade?
(ne diyorsun anne?)
Anacığı, lacivert kadife entarisi ve beyaz tülbendiyle durmuş, onu bekliyordu. Yapılı olmasına rağmen belinin bükük olması onu çelimsiz gösteriyordu. Beline kadar uzanmış, kır iki örüğü ince belinin yanlarından salınıyordu. Usanmışlıkla elini beline götürerek konuştu:
-  taştê li arde ye. Zû were nan bixwe. tu disa dereng maye. Zûk a pêz derxe çole.
(kahvaltı hazır, gel çabuk kahvaltını yap. Yine geç kaldın. Biran evvel sürüyü dağa çıkar.)
-    erê. ez hatim, pîre.
        (tamam. Geliyorum, ihtiyar.)
Hasan, anası içeri girince yeniden kendi dünyasına dönmüştü. O ilerideki tepeye elini uzatınca dokunacakmış gibi heyecanlanmıştı. Başına taktığı kasketini düzeltip doğan güneşe selam verdi. Yüz mimikleri bu defa alaycıydı. Güneşin sarı gelin gibi süzülüşü ona aldatıcı geliyordu. Tam gidecek oldu Hasan. Ama yine dönüp doğanın manzarasına baktı. Ona, inatla gülümseyen doğaya son bakışıydı sanki. Durdu... Durdu… Durdu… Bir müddet sessizliğini dinledi mai ve yeşilin… Daha sonra işveyle nazarına değen bu harikuladeliğe dayanamayıp tebessüm etti. Güneşten tahrip olmuş yüzünde daha yaşlanmadan, izler oluşmuştu. Yüz mimikleri keskinleşti ve gerildi. Yanık yüzünde aydınlanan gözleri kıştan kalan yağmurları akıtıyordu.
Buruk bir edayla evine ilerledi. Kahvaltı sofrası bir çobanın midesini şenlendirecek zenginlikteydi. Mercimek çorbası ve tandır ekmeği, nedense bugün Hasan’ın iştahını açmamıştı. Bir iki lokma ya geçti, ya geçmedi boğazından. Sofradaki işlevini etrafını izlemekten yana kullanıyordu. Eski çoban olan babasının, bırak dağlara çıkmayı ayakta duracak uzuvları bile yoktu. Dağda hayvan güderken bastığı bir mayınla kaybetmişti geçim kaynaklarını! Ona, şimdi karısı el ayak olmuştu. Hasan bu toplumun giderek uzuvlarını yitirdiklerini düşündükçe çaresizlikten başı dönüyor, dişleri gıcırdıyordu. Bu düzen ne zaman düzenli olacaktı. Hangi tarihte bu başı dumanlı dağlar huzur bulacaktı. Yine tepesi atmıştı Hasan’ın. Anacığının harıl harıl koşuşturduğunu görünce içi eridi. Beli iki büklüm olmuş zavallı ihtiyarın herkesin işine koşturduğunu görmek istemiyordu. Bu adil bir düzen değildi. – itiraz ediyorum- der gibi ayaklandı Hasan. Anacığı onun bu hışmına alışıktı. Ona aldırış etmeden işine devam etti. Babası, oğlunun gözlerinin içine bakarak anlatıyordu derdini. Bu daha da acı veriyordu ona. Onun yüzündeki ifadeyi görmemek için kaçar gibi çıktı evden. 
Ahıra koştu, yine geç kalmıştı. Ama umursamadı. Kaftanını omzuna attı, ahırın kapısını açıp sürüyü saldı. Karabaş önde sürü arkasaında ve Hasan sürünün yamacında yürüyordu.
Yürüdü, yürüdü, yürüdü…
Kilometrelerce yol yürüdüğü halde parmağıyla sayılabilecek kadar ev vardı köyde. Geçim sıkıntısı ve baskı yüzünden kaçar gibi ayrılmışlar. Kimisi siyasi nedenlerden dolayı terki diyar eylemiş, kimiside yakılıp viran olan evlerini, mallarını, hayvanlrını terkedip gözü yaşlı kopmuşlar memleketlerinin bağrından, çocukluk hatıralarından…
Tepeye varıca pınar başını mesken tuttu. Yere oturup bağdaş kurdu. Yeleğinden çıkardığı tabakasını açıp tütün sardı. Dumanı tüten sigarası; bağrında yanan ateşin habercisiydi sanki. Şimdi ruhu bedeninden ayrılmış, dilediğince geziyordu yurdun dört bir yanını. Gözlerinin önü karardı birden. Başında bintane soru vardı dönüp duran. Başedemiyordu artık. Otluklara uzandı. Pınarın sesi daha bir berraklaşmıştı sanki. Gökyüzü hüznün perdesini çekmişti üzerine. Ne kadar da ağırlaşmıştı gözleri. Yeniden ayaklandı. Çünkü o da diğerleri gibi gözlerine mil çekilmiş gibi dünyadan gafil kalmak istemiyordu. Bütün gün koyunları sayıp durdu. Kalbine onlarca iğne batıyormuş gibi huzursuzdu. Olağan üstü bir hal zuhur etmişti üzerine. Sanki heran kötü bir haber duyacakmış gibi heyecanlıydı bedeni. Evden getirdiği azığını serdi. Ama birtürlü boğazından geçmiyordu. Karşı tepeye baktı. Oradaki evleri ahraz bir insana benzetmişti. Sessizce haykırışlarını bir tek Hasan duyuyordu. Kaftanını ve kasketini hınçla yere fırlattı. İskarpinlerini , cepkenini , gömleği ve ayağındaki pantolonunu çıkarıp içliğiyle pınara girdi. Saatlerce çıkmamıştı. Nihayet çıktığında üşüdüğünü hissediyordu. Üzerini giyinip, tabakasında kalan son tütünüde sardı. Dumanı içine çekerken eshabı-l keyf ‘i düşündü. Onlar gibi olmayı hayal ediyordu. Şimdi uyuyacak ve yüzyıllar sonra uyanacaktı. Ve uyandığında hiçbirşey şimdiki gibi olmayacaktı. En çok zulmedenler yokolacaktı, zulmedenler… ve Hasan zaman ve mekanda kaybolacaktı.        
Tekrar başını otların arasına gömdü. Gözlerinde alıkoyulmaz bir yağmur çiseleniyordu. Nemli gözlerini yumdu. Uyumuştu…
Uyandığında kardeşi Berfin’i yamacında otururken buldu. Korkuyla doğruldu. Sonra karşı tepede sönen güneşe bakınca mahcup bir edayla kardeşinin gözlerine baktı. Berfin, gözleri dolu abisine bakıyordu. Hasan cevabını bile bile ona sordu:
- kötü birşey yok değil mi Berfin?
Berfin onun ellerini tutup cevap vermişti.
- Üzülme abiciğim. Bugünde herşey yolunda. Yine uyuyakalmışsın o kadar!
Hasan hergün düştüğü bu durumdan dolayı verecek bir cevabı olmadığını biliyordu. Berfin de abisinin bu halinin sebebini iyi biliyordu. Beraber ayağa kalkıp sürüyü toparladılar. Gün batarken, kaybolan herşeyi de  hesaba kata kata ilerlediler…
EMİNE TANIRGAN

Yüreğinize sağlık efendim. Misafirliğiniz için mutluyum. Yeni bölümde buluşunca ya dek, Allahaısmarladık... 👋💗


You've reached the end of published parts.

⏰ Last updated: Aug 10, 2017 ⏰

Add this story to your Library to get notified about new parts!

Bana bir 'ŞiiR' anlat Where stories live. Discover now