Bölüm 10

1.5K 15 0
                                    

O gece Dilber'le beraber bir odada yatan Çaresaz sürekli Kafkasya'dan, esaretten ağlaya ağlaya bahsediyordu. Bütün insanlık hüviyetini heyecanlandıran keder, sesine şiddetli bir tesir, lisanına garip bir açıklık vermişti ki Dilber esaret arkadaşının alışılmadık bu haline üzülerek, "Niçin
ağlıyorsun?" diye sordukça, "Hiç! Ağlamak esaretin en büyük hakkıdır. Biz, o hürriyete sahibiz..."
diyordu. Garip şey! Acaba bu biçare Çaresaz'ın kalbini kim kırmıştı ki Dilber soyunup da yatağına girdiği halde yine durmadan mendile gözlerini silerek ağlamasına devam ediyordu. Dilber yatağından
kalkarak:
"Çaresaz! Yalnız dökülen gözyaşları acıdır. Sen hiçbir derdini benden gizlemezken bu acının sebebini niçin saklıyorsun? Memleketinde geçen bir şey mi hatırına geldi? Yoksa çocukken annenin kucağında ağladığını mı hatırladın? Sen kalbini bana da açmazsan burada haline hanımlar mı
acıyacak, beyler mi ağlayacak?"
"Ah!.. Yok yok! Onların gözünde ağlayan bir esir mutlak dayağa, azarlanmaya layıktır. İnsanın
acısında hastalığına inanmayıp da yatağından kaldırarak hasta hasta hizmet ettirenlerde kalp mi olur,
merhamet mi bulunur?.."
Dilber'i kucaklayıp birkaç kere öptükten sonra:
"Kardeşim. Senin gönlün pek yumuşaktır. Bana acırsın bilirim. Bir şey yok, şimdi susar yatağıma
girerim. Sen rahatına bak. Bir şey yok!.."
İkisi de yataklarına girdiler.
Daha büsbütün sabah olmamıştı ki odaya bir kadın girerek Dilber'i yatağından kaldırdı. Dilber, "Ne
istiyorsunuz?" diye sorduğu zaman, "Kalk bohçanı topla. Yaşmağını yap. Senin bu evde kısmetin bu kadarmış..." cevabını verdi.
Dilber perişan saçlarıyla yatağın ayak ucunda durup, sevgi sabahı gibi yeni uyanan gözlerini elleriyle oğuşturarak büyük bir şaşkınlıkla, "Ne söylüyor bu? Anlayamıyorum!" diyordu. Zira bu genç zihin iki gün evvelki saadet gününü böyle bir matem sabahının takip edeceğini anlamaktan aciz idi.
Bu kadın bir idam mahkûmunu ölüm yerine davet eden bir gardiyan gibi, kızın başucunda her türlü hissiyattan uzak olarak duruyor ve sürekli, "Çabuk ol! Sabah olmadan bu evden  çıkacağız.
Efendilerinin emri böyle..." sözünü tekrar ediyordu.
Dilber, odasındaki çekmecesinden yaşmağını, feracesini çıkarıp aynanın karşısına geçti. Ağzından aldığı iğnelerle saçlarını kaldırdığı zaman, bu kadın yerinden kımıldamayarak duruyor, odanın köşesindeki halayık ise artık sesi işitilecek surette ağlıyordu. Dilber'in gözlerinde üzüntü gözyaşından eser görünmüyordu. Yalnız renginin, yaptığı yaşmaktan farkı kalmamıştı. Feracesini giyerek
ilerleyince, Çaresaz arkasından yetişti, bir müddet birbirlerinin yüzüne baktıktan sonra kucaklaştılar.
Dilber'in yüzündeki soğukluk, arkadaşının dudaklarına hafif bir titreme vermişti. Dilber önde, bu kadın arkada olarak bahçeye indiklerinde, "Hani bohçan kızım?.." diye sorduğu
zaman o vakte kadar hiçbir şey söylemeyen Dilber, "İstemem!" dedi. Kabul etmediği halde bohça kendisine kalır ümidiyle tekrar odaya çıkarak, bohçayı koltuğuna alıp dönüşünde Çaresaz ağlamasından sözünü tamamlayamaz ve anlatamaz bir halde parmağından bir yüzük çıkararak, "Al bunu benim tarafımdan ona ver," diye yalvarırken Dilber bir gün evvel neşeli bir cennet bahçesi kabul ettiği bahçede, sabah letafet ve şaşaasıyla, kuşlar büyük bir şevk ve sevinçle ötmeye başladıkları halde, hiçbir şey hissetmeyerek zihni düşünmek, ciğerleri nefes almak kuvvetini
kaybettiği için insana korku verecek kadar uçuk olan rengiyle bahçenin bir tarafına konmuş Venüs heykeline benziyordu.
Kadın, dönüşünde Dilber'i bıraktığı yerde buldu, ikisi birlikte yürümeye başladılar. Biraz uzaklaşınca iki tarafı büyük ağaçlarla çevrili olan bir yolun sonunda sabahın hafif sisleri arasından görünen bu köşke, bu sevgi yuvasına Dilber son bir özlemli bakış ile bakıyordu. Senelerce oturduğu ve özellikle birkaç aydan beri kendisini coşturan yüce hislerin yuvası olan bu
ev, ağaçların arasında sisli bir gökyüzünün altında, derin bir sükûnetin içinde yalnız başına
duruyordu. Dilber, orada bir köşeye, bir taşın üzerine oturup da ebedi olarak veda ettiği bu eve, bu sevgi
mabedine saatlerce bakarak birdenbire hücum eden üzüntünün şiddeti, ayrılığın sarsıntısı, özellikle
aşağılanarak ayaklar altına alınan sevgisinin onuruyla oracıkta mahvolmak istiyordu. Yanındaki kadın bu beklemeye mani olunca hayatın son dakikalara yaklaştığında hissedilecek can yakan bir acıyla
bahçenin kapısından dışarı çıktılar.
Orada tarlalarda çalışmak için pek erken uyanan amele tek tük işlerinin başına gidiyor, bir çobanın çayırlara doğru götürdüğü köyün koyunları, kuzuları meliyordu. Köyün minaresinde bir müezzin Mısır'a, Cezayir'e, Tunus'a mahsus olan Arap ezgisiyle ezan okuyor ve sedası o lekesiz bir mermer sütuna benzeyen minareden bir lacivert âleme doğru yükselerek, sabahın o sükûnet ve şeffafiyeti içinde gökyüzüne aks ile tekrar zemine döküldüğü esnada, uzaktan iki gün evvel Celal Bey'in
gösterdiği yalnız mezar görünüyordu. Bulundukları yolu biraz daha takip edip de seherin gayet uçuk renkli ışığı, etrafındaki parmaklıklardan geçerek üzerine aksettiği kabrin yanına gelince, o dakikaya kadar fevkalade suskun görünen Dilber o sevgi perisini okşamaya layık ellerini, o anda en kayıtsız, bir hekimi saatlerce düşündürecek kadar sevdalı bir hüzün kazanan yüzüne kapayarak mezarın ayak ucuna düştü. O gönül alıcı endamı toprağın üzerine kapandığı zaman beş yaşındaki çocuklara mahsus bir şiddetle hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Ne derecelerde bezginlik, ne derecelerde kalp kırıklığı.
Ağlamasının sesinden uzakta işine giden bir amele bile yolun üzerinde durmuştu. Yanındaki kaba kadın da telaş ederek uzaktan ameleye, "Oğlum biraz su bul!" diyordu.

SERGÜZEŞT(Samipaşazâde Sezâi)Where stories live. Discover now