9

443 44 28
                                    

Sufjan Stevens - Tonya Harding

***

Kendimi nedenini bilmediğim bir şekilde huzurlu hissediyordum. Sanki gerçekten ait olduğum yerde, tanıdığım insanlarla, hep yaptığım şeyleri yapıyordum. Sıradan bir üniversite öğrencisiyken bütün günümü müzelerde ya da büyükannemin atölyesinde geçirirdim. Buraya geldiğimde ardımda ailem hariç kimseyi bırakmamıştım. Çok fazla arkadaşım olmadığı için özlediğim kişilerin sayısı da azdı. Annem, babam ve büyükannem aklıma geldiğinde boğazımda büyük bir yumru oluşuyor, nefes almamı engelliyordu fakat henüz çok kısa bir zamandır tanıdığım Jongdae'yi gördüğümde ona dair daha fazla şey hatırlıyor ve içimdeki sevgiyi büyütüyordum. Huzurlu hissetmemin asıl nedeni oydu.

Aynanın karşısında, mum ışıklarıyla parlayan yansımama baktığımda gördüğüm şey beni kesinlikle etkilemişti. Siyah pantolonumun üzerindeki gece mavisi gömleğim parlak ipliklerle işlenmiş yıldızlarla doluydu. Düğmeleri göğsüme kadar açıktı ve beyaz boynumu saran siyah bir kumaş sırtımdan aşağı sallanıyordu. Gömleğin kolları dirseklerimden inerek yerleri süpürüyordu. Alnımın üzerinde, yukarı taranmış beyaz saçlarıma dokunduğumda gözüme yine parmağımdaki yüzük çarptı. Onu dudaklarıma götürdüm ve gözlerimi kapatarak uzunca öptüm. Bu tarz şeyler yapmak ruhumu rahatlatıyor ve beni karamsarlıktan çekiyordu. Aynı etkiyi Jongdae'ye sarılıp uyuduğumda da hissediyordum. Beni bahçede, diğerlerinin yanında bekliyor olmalıydı.

Bu sene balo bahçede verilecekti bu yüzden terasa geçip aşağıda görülen büyük kalabalığa baktım. Etrafta dağınık bir şekilde duran masalarda birbirinden şık insanlar oturuyordu. Neredeyse herkes gelmişti ve bu yanlış bir karar verdiğimi düşünmeme neden oluyordu. Uzun bir süre odada kalmış, Jongdae'nin bile yanıma girmesine izin vermemiştim ve şimdi herkes oradaydı. Aşağı indiğimde ve adım anons edildiğinde daha fazla göz bana dönecekti. Artık geri dönüşü olmadığından Jongdae'yi görmeye çalıştım ama kalabalığın içinde göremedim. Oraya gittiğimde beni kurtarması gerekecekti.

Kendimi hazır hissettiğimde odadan çıktım ve ardıma koca bir asker sürüsü takıldı. Neredeyse yirmi tane Horus'a benzettiğim yaratık önümde ilerlerken bir o kadarı da arkamdan geliyordu. Bunun Jongdae'nin aldığı bir önlem olduğunun farkındaydım. Uzun koridorları ve geniş salonları geçtikten sonra bahçeye açılan cam kapıların önünde durduğumda dışarıdan gelen müzik ve kahkaha sesleri avuç içlerimin terlemesini sağlıyordu. Beni gören çok güzel bir yaratık yanıma doğru ilerledi. Nokta kadar küçük gözlerinin, başının üzerine kadar uzanan uzun kirpikleri vardı ve mavi saçlarına karışıyordu. İnce uzun bedenini saran siyah bir elbise giyen bu güzel kadın gülümseyerek bana baktı. "En güzel şeyler daima en son gelirler." Aksanlı konuşması ettiği iltifatı benim için daha güzel kılıyordu. Teşekkür ettiğimde biraz daha içeride kalmamı rica etti ve dışarıdaki merdivenlerin başına ilerledi.

"Kral Kim Minseok'u selamlamanız için sizi ayağa davet ediyorum." Ellerini havaya kaldırıp gür sesiyle bağırdığında mecburen herkesin gözü önünde olmam gerektiğini anladım. Ellerimle yüzümü sıvazlayıp sakinleşmeye çalıştığımda neden bu kadar gerildiğime anlam veremiyordum. Konuşurken 'i' harfine vurgu yapan kadın sessizliği sağladıktan sonra konuşmaya devam etti. "Bilgelik, akasya çiçeği, yıldızlardan gelen güzellik ve buradaki en cesur kişi için." Büyük bir alkış tufanı koptuğunda omzunun üzerinden bana bakan kadın gelmem için bir işaret yaptı ve köşeye çekildi. Askerlerin hepsi benden önce ilerleyip merdivenlerin etrafında yerlerini aldılar. Önümden de ilerlemeye başladıklarında kendimi merdivenlerin başında buldum. Siyah gökyüzü altında parlayan mekan başımı döndürmüştü bu yüzden başımı birkaç saniyeliğine havaya kaldırdığımda sarayın kulelerinde ellerindeki mızraklarla saldırıya hazır bir şekilde bekleyen askerleri fark ettim.

ineffable Where stories live. Discover now