#Meyus Ruh

150 6 39
                                    

ÖNERİLEN ŞARKI : KESHA- PRAYİNG

''Mutluluk, masum hayallerimin baş kahramanıydı sadece. Gerçek olamayacak kadar imkansızdı... Uzaktan seyrederiz çehrelerin bilinmezliklerini. Gözlerimizle ruhunu okuruz karşımızdakinin. Görünmez irademiz, iplerini sıkı tutardı kaybolmamak için. Seyrelmemek için... Körelmemek için.. Kısacası yok olmamak, bitmemek için... Yitmemek için. Karanlığın yüz tuttuğu sonsuzlukta hapsolmamak için... Sapkınlıkların kurbanı olmamak için... Senin için... Benim için... Hepimiz için... Ruhunun katran kokan cenneti için... Ama, ruhunun bir köşesinde ızdırap çeken hayaller var. Kalemim yazmıyor, gözyaşım akmıyor, hayallerim gerçekleşmiyor... Hepsi tükendi varolmaktan. Çaresizliğin vurdumduymazlığından... Hayatın gerçeklerinden.Şimdi, yalın ayak dikenli yolların sıradaki kurbanıyım. Adım attıkça acıyan ruha, atmadıkça ilerleyen sona... Yine araftayım ama... Yalnız değildim acılarla... Yanımda hayallerim, önümde veda... Her adım attığımda acıyan ruhuma sesleniyordum bir daha... ''Neylerdim, acıların talihsizi, neylerdim terk etmeyi nefsi. Neylerdim seni 'Ya Habibi'...''

12/09/201∞

Aslında hepimiz Tanrı'nın yazdığı oyunu sergiliyoruz. Tanrı'nın milyonlarca-hatta milyarlarca- kuklası geldi geçti bu dünyadan. Tanrı, daha dünyayı yaratmadan herkesin kaderini bellemişti. Yani, gelecekte olan belli, tıpkı geçmişte belli olan gibi... Hepimizin ipini tutan sadece biri var. Yaratan, acıyı da yaratmıştı mutluluğu da... Hastalığı da yaratmıştı şifayı da... Kısaca gördüğümüz, dokunduğumuz ya da hissettiğimiz her şey Tanrı'nın elinden geçmişti. ' Kıyamet ne zaman gelir bilmem ama benim kıyametim hayatımdı.' Kendi kıyametimdeydim ama onu yöneten de ben değildim. Yine Tanrı'ydı... Keşke, kaderlerimiz daha doğmadan belirlendiği zaman herkese eşit acı ve mutluluk serpiştirilseydi. Herkes eşit üzülseydi, eşit ağlasaydı, eşit mutlu olsaydı... Diyeceğim o ki birinin mutluluğu diğerinden üstün olmasaydı. Bu yakınmak ya da isyan değildi. Sadece, bu adaletsizdi. Bir yerlerde insanlar mutluyken, onca insanın acı ile sınanması acımasızdı. Bazen kendime 'Sence de Tanrı fazla acımasız değil mi ?' diye sorduğum oluyor. Fakat sonra hep aynı cevabı iç sesim kulaklarıma her harfiyle işliyor. 'Hayır sadece biz Tanrı'nın unutulan çocuklarıyız.' Sanki, Tanrı mutluluk dağıtırken bizi esirgemişti. Kasıtlı ya da kasıtsız... Biz unutulmuştuk. Eğer hatırlansaydık şu an bu durumda olmazdık. Ya da ben on dokuz yıl aynı bataklıkta kendimi daha da dibe batırmazdım. Bir yerlerde kaybolmuş kimliğimiz, bizi reddediyordu sanki. Farklı ruhla aynı bedende olmayı çok istemiştim. Ama tıpkı insan saçının rengini, göz rengini,dilini,ırkını, yönelimini seçemediği gibi ruhunu da seçemiyordu. 'Her ruh birbirinden farklıydı parmak izi gibi.' İnsan kendini,benliğini seçemiyordu. Aslında insanı kendisi yapan ruhuydu. Farklılıklarıydı. Her ruh farklıydı ve insan kusurlu sandığı ruhunu diğer ruhlara benzer yapmaya çalıştığı her an kendinden uzaklaşıyordu. İnsanı kendisi yapan farklılıklarıydı, kusurlarıydı. Kusurlarımızı- ya da kusur sandığımız şeyleri- örtmeye çalışacağımıza onlarla gurur duysak belki de bu halde olmazdık. Ama hiçbir şey için geç değildi. Herkes değişebilirdi. Her şey değişebilirdi. Değişimin kendisi bile değişirken, diğer şeylerin değişmesi kaçınılmazdı. Bir tek kader değişemezdi. Şans ve tesadüf de insanların kendini kandırıp ortaya attığı yalanlardı. Dediğim gibi, Tanrı ta milyarlarca yıl öncesinden her varlığın kaderini kurgulamışken, bazen iyi ya da kötü rastgelen durumları tesadüfe ya da şansa yormak acizlikten başka bir şey değildi. Tanrı, eğer bir olayı kurgulamışsa o olur. Sanırım değişmeyen tek şey ruhumun kıyametiydi. Bir tek benim hayatım değişmeyecekti sanırım. Odamda, benliğimi sorguluyordum. Buna çok küçük yaşlarda başlamıştım. Başlamak istemesem de bu hayatı hak edip hak etmediğimi düşünmek ve bunu sorgulamaya zorlatılmıştım. Bir hükümet gibi dayatmışlardı kendi siyasetimde... Birkaç sürrealist düşünce, rüzgarlarımda bir yaprak misali uçuşurken oradan geçen bir kedi bendim. Tüyleri simsiyah olan... Acı denizimde boğulurken, acı dalgaların arasına atılan bir cam simidi hayatın bana yaptığı güldürmeyen bir şakaydı. Bakışlarım karşı duvarda sabit, gözlerimde hiçbir duygu kırıntısı yokken düşüncelerime saplanan ok yerini belirlemek istercesine daha da zorluyordu beynimin kıvrımlarını. Acıyordu... Beynimi de acıtıyorlardı düşünceler tıpkı ruhumu da acıttığı gibi... 'Ben hep içime atardım. İçimde birikip sonra taşardı ruhumun gözyaşları...' Sel alıp götürürdü beni. Götürürdü tanımadığım rüzgarların okşayışına... Tanımadığım rüzgar yalar geçerdi yüzümü... İliklerime soğuğu kodladıktan sonra bir kaldırım misafir ederdi ayaklarımı. Adım atardım sonsuzluğa... Hiçliğe... Tanımadığım bir yerde, tanımadığım kaldırımlara basardı ayaklarım... Tanımadığım çiçeklerin kokusu sarardı burnumu. Mayhoş ederdi bilincimi... Tanımadığım bir yerde kapatırdım gözlerimi öylece sokak ortasında, burnuma kadar uzanan sardunya, menekşe,papatya... Ruhum renklenir oldu sanırım o kısacık saniyeleri deviren dakikalarda... Ve bir bakmışım, saatlerce aynı sokak lambası altında, aynı çiçekler burnumun ucunda misafir olmuş arılar çiçeklerin yapraklarına... Gözlerimi açtığım zaman geçmiş çepeçevre sarar etrafımı... Bir an düşünürüm, yeni bir başlangıç yapabilirim ruhumla, simsiyah olsa da sayfalarım. Kalemim beyaz olsa da yazarım rengarenk anılar yüzümde acı tebessümün gardını indirip, sırıtışa yer verdiği sırada... Yapabilirim diyorum... Ama yapamadım. Yapamazdım. Bazen çok lanet ettim mutlu olan insanlara. Çok acıttım canımı, mutlu olan insanlara bakışlarımı sabitlerken içim kan ağlaya ağlaya... Ama sonra öğrendim acılarımla gülmeye... Yüzümdeki yalancı maske karıştı acıma... Dalan gözlerimin önünde sallanan ellerle dünyaya geri dönüp, duvara sabit olan bakışlarımı elin sahibine çevirdim. Birkaç tanıdık sima, ellerinde az önce beni alıp başka diyarlara götüren çiçeklere benzer çiçeklerle... Lina, Altemur, Erez (Bey) ve birkaç iş arkadaşım daha... O an tekrar maskemi takınmam gerektiği geldi aklıma... Bu ikiyüzlülük değildi. Eğer insanların sizin acılarınızı hafif bulmasını istemiyorsanız ya da sizi görmesini istemenize rağmen hala bakıyorsa bu maskeyi takınmak zorundasınız. Acılar içinde kıvranmanıza rağmen. ''Biz geldik!'' diye enerjisini kusan Lina donuk bakışlarımda yer edinen sahte gülümsemeyi görünce elindeki çiçekleri kucağıma bıraktı yüzü daha da aydınlanırken. Sonra sarıldı bana. Ben de kollarımı etrafına sardım ve çenemi omzuna yasladım. Özlemiştim. Bu hayatı daha yaşanılır kılan şeylerden biriydi Lina... Teyzem ve çikolatalı sütüm gibi... İçimden hafif bir kıkırtı dışa taştı. ''Biraz daha sıkarsan kemiklerimi eline vereceğim neredeyse,'' dedim ve güldüm. Ortamdaki birkaç kişi daha bana katılırken, ortamdaki tek gülmeyen kişi Altemur'du. Sanki burada olmaktan rahatsızdı. Somurtması, gözlerimi devirmeme neden olurken yine ve yine takmamayı seçtim. Sonuçta insanlar takılmaya değer varlıklar değildi. Bir kısmı... Tamam dürüst olacağım büyük bir kısmı... Lina benden ayrıldı ve ''Nerelerdesin patron? Seni özledik!'' diyen Lina'ya ciddi olup olmadığını sorgulayan bir bakış attım. Burada bir patron vardı o da... Tabi ki teyzemdi. Ne? Erez dememi mi bekliyorsunuz? Burası teyzemin evi... Nedense, Lina'yı görünce mutlu olmuştum ve iç sesimle komik bir atışma yaşamıştık. Bir süre acılardan uzaklaşmak iyi geliyordu insana... Keşke o süreyi bir ömür diye uzatabilsek. Ya da sonsuza kadar...'Acılarımı gömmek için yaşıyorum. Çünkü ölünce ruhun bedeninden ayrılır ve acıların bedeninde değil ruhunda seninle birlikte yaşar ve senin bir parçan olur. Ya da sen onun bir parçası...' Gözlerim Erez'e takılmıştı. Bana gülümsüyordu. Gözlerinde yine okunmayan duygular. Fakat yine de benliğinden taviz vermiyordu. Sonra Altemur... Neredeyse bir hafta olmuştu Altemur'u görmeyeli... Sanırım bana karşı böyle bir tavır takınıyordu. Buzdan duvarlarını yıktığı elbet birileri vardı. Annesi, ailesi, arkadaşları ya da sevgilisi... İçim bir tuhaf olurken kaşlarımı çattım. Altemur birkaç adım attı bana. Somurtkan yüzüne hafif çatılı kaşlar da eşlik ederken ,bu hali onu korkutucu olmaktan çok düşünceli ya da memnunsuz yapmıştı. Biraz daha yaklaştı, o saniyeler yıllar gibi gelirken. Adımlarını sıklaştırdı ve yatağımın ucunda durdu. Kucağıma, avuçlarındaki çiçeği bıraktıktan sonra kollarını kaldırıp bedenime sardı. Beklemediğim hamle kaşlarımı çatmama neden olurken, sorgulamaya başlamıştım bile... Erez'in bakışları üzerimizdeydi ve sanki bunu yapmasını Altemur'a ,o söylemişti. Güçlü kolları, bedenimi hapsederken daha da sıklaştırdı. Yüzü yatak başlığına taraf olduğu için kimse onu görmüyordu ama burnunu saçlarıma gömdüğünü ben hissetmiştim. Ve bu hareketi tüylerimi diken diken etti. Daha da gevşeyip başını enseme gömdü. Rahatsızca kıpırdanırken adını veremediğim duygularımın kat sayılarının arttığını gördüm. Ne yapıyordu bu? Kollarım bağımsızca kalkıp Altemur'un yapılı vücudunu sararken donakalmış bir biçimde öylece durdum. Bir süre sonra ayrıldı. Yüz ifadesi aynıydı. Sanki zorla yapmış gibi bir hali vardı. Ama bana hiç zorla yapmış gibi gelmedi. Huysuz tavrının aksine burnunu saçıma gömmesi ve gevşemesi hiçbir şeyi açıklamazken aklımı daha da karman çorman etti. Her şeyi geçtim bana sarılması bile beni şaşırtmıştı. Hadi ama, sanki az şey düşünüyormuşum gibi birkaçı daha eklenince omuzlarımdaki yük hafiflemiyordu. Gece uyuyamayıp saatlerce bunu düşüneceğimi ve sabahlayacağımı biliyordum. ''Geçmiş olsun,'' diye mırıldanması donuk ve baktığınızda şaşkın bakışlarımı kolayca yakalayabileceğiniz gözlerimi ona çevirmemi sağladı. Kısık sesle ''Sağ ol!'' dedim. Sesim hırıltılı çıkmıştı, birkaç dakika öncesine göre... Son olarak Erez, Altemur'un yatağıma olan bedenini geçerek yanıma yaklaştı. Bakışlarım hala Altemur'daydı. Altemur'un bakışları bir süre gözlerimde oyalandı. Sonra da bana doğru adımlayan Erez'de... Kucağıma bir buket çiçek koydu. Bir an bakışlarım, kucağımdaki çiçek buketlerine takılırken Erez'in en sevdiğim çiçeği aldığını gördüm. CV'mde böyle bir şey yazmıyordu. Tahmin etmiştir diye düşünsem de bu ruhuma hiç de inandırıcı gelmemişti. Kucağımdaki çiçeklere gülümseyip başımı kaldırdım ve bana koyulaşmış mavileriyle bakan patronuma döndüm. Bana sarılmak yerine sol elini sırtıma yerleştirdi ve yavaşça ovuşturdu. ''Geçmiş olsun. Nasılsın bakalım?'' Hakikaten nasıldım? Beni soracağınıza ruhumu sorun. Benim sadece bileğimde bir bant vardı. Ama ruhumda milyonlarca enkaz vardı. Ruhum bir mezardı. O kadar kapsamlı bir mezardı ki içinde üç yaşında gömdüğüm acılarımın enkazı bile vardı. Meyus ruhuma eklenen her acıyı sırtlandım ve on dokuz yolumu böyle yaşadım. Aslında üç yaşından geriye baktığımda - büyük bir kısmını tam olarak hatırlayamasam da- acının izleri yavaş yavaş oluşmaya başlamıştı. Sanki, annem gideceğini ruhuma fısıldamıştı. Ruhumda kendini hazırlamıştı. Sanki ben bebekliğimi bile yaşamamıştım. Sanki o an olgun bir insandan bile daha büyüktüm. Hayır, hayır yaşla değil yaşantılarla... Çocukluğumu yaşamadığımı ben de biliyordum ama sanki bebek bile olamadığımı ilk şu an fark ediyordum. Sahi ben en son ne zaman çocuk olmuştum ki? Çikolatalı süt sizi çocuk yapmaz. Elinizdeki mutluluk sizi saf bir çocuk yapar. Ve ben mutlu olmadım ki... Olamadım,oldurtmadılar. Daha üç yaşındaki bir bebeğe, olgun insan muamelesi yaptılar. Dediğim gibi yoksa şu an bu kadar kırık, bu kadar çaresiz ve bu kadar melankoli dolmazdım. ''Arsen?'' diye bir ses kulağıma misafir oldu, sonra zaten uçup gitti. Bilincim üç yaşındaki olgunluğumdan şimdi zamana yolculuk yaparken anıları es geçmiyordu. Kulağım buradaydı evet, ama ben neredeydim? Ben hala o üç yaşındaki büyütülmeye zorlanmış bir çocuktum. Tek fark mutlu değildim. Zaten her çocuk mutlu değildir. Bu dünyaya da 'mutsuz çocuk' lazımdı. Sanırım hala üç yaşında gömdüğüm acılarımı yaşıyordum. Yoksa onlar gömülmemiş miydi? Üzerine toprak atılmamış mıydı? Hala kabuk bağlayan ve bir irdeleme de tekrar kanayacak bir acı olduğunu biliyordum anılarımın. Ama, daha fazla üzerime acı yıkıp da neden yarama tuz basıyım ki? Hayallerim vardı. Ama etrafımı acı sardı. Anladım, dünya aslında bana dardı. ''Arsen?'' diyen daha yüksek ses, şimdiki zamana geldiğim anla eş zamanlı olarak kulağımı doldururken bilincimi odama, acı yuvama, 'Arsen Mezarlığı'na' odakladım. ''Hıh, iyiyim. Sağ olun,'' dedim. Lina, yanıma geldi ve yanıma oturup omzularıma sarıldı. Başını omzuma yasladı. ''Seni ziyarete gelelim dedik. Olanları duyduk. Bunu sonra konuşacağız,'' dedi. Bir şey kırmış çocuk gibi hissediyordum kendimi. Evet bir şey kırılmıştı ama onu kıran ben mıydım bilmiyorum. Ruhum... Ruhum kırılmıştı. Ağzımı açtım ve derin bir nefes aldım, başımı salladım ve ''Hoş geldiniz,'' dedim. Diğer iş arkadaşlarım gelip bana sarıldı ve geçmiş olsunlarının arasına yaşamla ilgili telkinlerini sıkıştırıp önüme sundular. Birkaç onaylamayla onları da geçiştirdim. Ruhum çok yorgundu. Ama bedenim de yorgundu. Ciddi anlamda... Hatta başa baş gidebilecek bir acıya sahiptiler. Bileğimdeki acı kendini belli etmek istermişcisine sızlıyordu. Buna içimdeki acı dolu çocuğun yakarışları da katılınca varolmanın sonuna sürüklüyordu. ''Altemur?'' dedim. Altemur, yerdeki bakışlarını isimin duyar duymaz dudaklarıma, sonra da yüzüme çevirdi. Kaşları birkaç saniye çatılırken sorgulayıcı bakışlarının hedefi oldum. O an, Altemur;'un ismini sesli düşündüğümü fark ettim ve kendime birkaç lanet daha ettim. ''Arsen?'' dedi anlamazca. Tabi anlamaz , ben daha anlamadım. ''Ş-şey bana karşı sempati duymaya mı başladın? En son, beni öldürecekmiş gibi bakıyordun da...'' diye saçmalamaya başladım. Kekelemem beni zaten rezil etmişken, resmen çocuğa 'Gel beni öldür,' demiştim. Çatılı kaşları her saniye yerini terk ederken nihayet normal halini aldı. Yüzü garip bir hal alırken, sanki gülmek istiyormuş da gülmemek için sınırlarını zorluyormuş gibi bir hali vardı. Sanki tabularını yıkmak istemiyormuş gibiydi. Keskin olan sesine rağmen seçtiği sözcükler ve sözcüklerin taşıdığı anlamlar oldukça yumuşaktı. Dudaklarını araladı ve birkaç soluğu içine çekti. ''O işi, iyileştikten sonra da yapabiliriz. Ve, hayır sana sempati duymuş değilim. Henüz!'', dediğini duydum. Sonda küçük bir mırıltı duydum ve bedenim buz kesmiş bir hale döndü. Yoksa beynim mi kafasında kurgular oldu. 'Henüz' Bunu bedenen yorgunluğuma verip ciddiye almamaya karar verdim. Yüzünü birazcık buruşturmuştu sempati kısmında... Sonra da normal haline döndürmüştü. Sonra, kısa muhabbetler, teyzemin ikramı oldu. Bir süre sonra kalktılar 'Hasta ziyaretinin kısası makbuldür,' niyetiyle. Hepsi, geçmiş olsun dileklerini sıralarken bakışlarım asıl olarak üç kişide oyalandı. İlk Lina'da... Sonra Erez'de... Sonra da Altemur'da... Ne olduğu ya da ne olacağı hakkında bir fikrim yoktu ama buraya gelmesinin bana acıdığından ibaret olduğunu düşünüyordum. Başka bir şey olma olasılığını düşünecek kapasitem ya da inanadırıcılığım yoktu. Ama tek bildiğim, 'Cennetin anahtarı elime verilmişti fakat ben cehennemin kapısını zorluyordum.'

RUHUMUN GÖZYAŞLARI (GÖZYAŞI SERİSİ 1)Where stories live. Discover now