Bölüm 5

137 2 0
                                    

Lala Tahir Ağa, otuz sene evvel Saraçhanebaşı'nda bir helvacı dükkânındaçalışırdı. O vakit ki vazifesi sabahtan akşama kadar başında tablasiyle sokaksokak dolaşmak, kışın tahin helvası, yazın taze mısır satmaktı.Fakat başıyla çalışan ekseri insanlar gibi o da genç yaşında bir arızayauğramış, boğazında ceviz büyüklüğünde bir ur peyda olmuştu.
Hemşerileri:
— Besbelli kafandaki tablanın ağırlığı boğazına vuruyor, sen bir ayak hizmetibulsan iyi edersin; diyorlardı.
Tahir Ağa, bu nasihati tutmuş, üç mecidiye aylıkla o vakit genç bir erkânıharbbinbaşısı olan Şekip Paşa'nın Kıztaşı'ndaki konağına kapılanmıştı.Ufak tefek ayak işlerine de bakmakla beraber konakta esas vazifesi çocuklalalığı idi.Tahir Ağa, bugüne kadar üç nesil yetiştirmişti. Fakat ihtiyarlığına tesadüf edenbu son nesil kan kırmızı çıkmış, ötekilere rahmet okutmuştu.Lala, bir illet koleksiyonu idi. Meslek değiştirmesine rağmen boğazındaki urgeçmemiş, evvelâ ceviz kadarken büyüye büyüye bir yumurta, nihayet şişirilmişbir hindi kursağı cesametinde bir guatr haline gelmişti.Lala, toparlak sakallı, rastık çekmiş gibi simsiyah kalın kaşları, gagabiçimindeki burnu ile oldukça gösterişli bir adamdı. Hâlâ, paşanın eskiredingotlarını giymesi ve boğazındaki arıza sebebiyle başını daima havayakaldırarak konuşması, yürümesi, ona ricalden bir adam hali verir ve mahalledebazı kimseler bunun için ona "Lala Efendi" derlerdi.Tahir Ağanın ikinci illeti tıknefesti. Kendisi, bu hastalığı ikide bir sokağakaçan çocukları kovalamak yüzünden kazandığını iddia eder; şimdi yaşlı başlıinsanlar olan küçük hanımlar, bazı pek canını sıkarlarsa yüzlerine karşı"Meretler... beni siz dertli ettiniz!" diye bağırırdı.Üçüncü, dördüncü hastalıklara gelince: Onlar, yine çocukların yadigârısayılırdı: Karda, kışta bahçelerde, taşlıklarda durmakdan böbrekleri ve mesanesibozulmuştu. Üşüdüğü, çok su içtiği, fazla kederlendiği veya sevindiği zamanidrarını tutamazdı. Nihayet, bir romatizması vardı. Her kış, bir defa yatar, sağdizkapağı kendi tabiri üzere "köpek kafası kadar" şişer; sabaha kadar "yandımanam!" çağırırdı.Mamafih Tahir Ağa, kıştan ziyade yazlardan şikâyet eder, baharda yemişağaçları çiçek açarken adamcağızı korkudan sıtmalar tutardı.Bunun sebebine gelince: Pek fena havalarda çocukları masalla, yalan dolanlabir dereceye kadar avutmak mümkündü. Fakat yazları hava tebdiline gidildiği,yumurcaklardan her biri ayaklı canavar kesildiği zaman lala, onları nasılzaptedecek? Çocukların türlü yaramazlıklarından başka akla gelmez hainlikleride vardı.Bugün, kızarıp kızarmadıklarını anlamak için bir tarla karpuzu çivi iledelerler; yarın, kayık yüzdürmek için bir teneke gazı çamaşır teknesine dökerler;öbür gün: «Bakalım onlar da ördekler gibi yüzecekler mi?» diye bir alay tavuğudenize atıp boğarlardı.Azar ve dayak yasaktı. Buna mukabil yaramazlıkların, kazaların, zararziyanların bütün mesuliyeti lalaya yükletiliyordu. Tahir Ağa, ihtiyar halinde deligüllâbiciliği ettiğine, tıknefes göğsü, hasta ayaklarıyla yumurcakların peşindetelef olduğuna o kadar yanmıyordu. Ancak çocukların başına gökten taş düşsebüyük hanım ondan biliyordu. Piçler, birbirlerini suya atarlar: Kabahat TahirAğada... Cam kırarlar: «Lala gözün kör müydü?» Bahçenin bir köşesinde kuruotları tutuştururlar: «Bunak yine nerede uyuyordun bakayım?..» Haydi diyelimki bu işlerde kendisinin az çok bir taksiratı olsun. Ya çocuklar ishal oldukları,yahut gece ateşlenip sayıkladıkları vakit bile hanımefendi lalanın üstüneyürüyordu ya! Nadide Hanım, böyle bir şey olduğu vakit «Bunak! Çabuk söyleçocuklarıma ne yedirdin bakayım... çabuk söyle!..» diye adamcağızı kabirsorgusuna çekiyordu.İhtiyar adam: «Bak hanımefendi... ben ne edeyim... yumurcaklar söz anlıyormu? Senin gözünün önünde karanın otunu, denizin pisliğini kör boğazlarınatıkıyorlar... Yandım Allah... Beni çektiğim cizyeler değil, bu senin dilinöldürecek... İzin ver bari de memleketime gideyim..» diye meraklanıyor, bazenburnunu kısarak gülünç bir şekilde ağlıyordu.Daha fenası küçük hanımlar, çocukların anneleri de lalaya sataşmayakalkıyorlardı. Fakat bu kadar seneden beri konakta üç nesle lalalık etmiş olanTahir Ağa, onlara pek kulak asmıyor, daha olmazsa, küçük gözlerini istihfaflabüzerek: «Haydi defolun başımdan... Daha pisliklerinizin kokusuparmaklarımdan gitmedi... Adam olmuşlar da insan azarlıyorlar!» diye yanındankovuyordu.Gülsüm gelmeden iki gün evvel yine bir kavga olmuştu. Dürdane Hanımınbüyük kızı Fahriye'yi arı sokmuştu. Kız ne kadar yaramazsa o kadar da korkakve yaygaracı idi. Öyle feryat etmişti ki, bütün ev halkını etrafına toplamış, buarada hanımefendi de âdeti üzere yine lalaya çıkışmaya başlamıştı.Birkaç günden beri ayakta hafif bir grip geçirmekte olan Tahir Ağa, artık isyanbayrağını açmış, hastalıktan kısılmış sesiyle: «Amanın derim... amanın derim...hele utanmadan söylediğine bakın. Ben Hazret-i Süleyman aleyhisselâm gibikurda, kuşa emir mi ederim ki, arılara bu yumurcaklara dokunmayın diye tembihedeyim!» diyerek bağırmış, havuzun başında sırtüstü yatıp bayılmıştı.Evet, cezanın her türlüsü yasaktı. Adamcağızın elinde bir tek vasıta vardı:Çocukları yalanla kandırmak. Meselâ, onlar uzak bir yere gitmek içintutturdukları vakit, o gün biraz güneş tutulacağını, ortalığın zifiri karanlıkkesileceğini temin etmek... Tarladaki bostan kuyusu civarında dolaşmalarınamani olmak için oralarda evliya yattığını, hattâ geçen gece evliyayı gözü ilegördüğüne yemin etmek... Deniz kıyısında bir yolsuzluk icad ederlerse «şimdimızıka geçecek» diye sokak tarafına, sokakta başa çıkamazsa «zırhlılar, yahutyarış kayıkları geçecek» diye deniz kenarına götürmek... Ne çare ki fazlakullanılan ilâçlar gibi zamanla bunun da tesiri azalmıştı. Adamcağız, şimdi:«Sofraya oturdular... haydi yemeğe gelin», yahut «Haydi hanımnineniz paraverdi, iskeleye gezmeye gidiyoruz» diye en tabiî hareketleri haber verdiği zamançocuklar arsız arsız «Yalan... sen yine atıyorsun lala!» diye bağrışıyorlardı.Güneşte yanmaktan Arap çocuklarına benzemişlerdi. Mütemadiyen düşüpkalkmaktan, itişip dövüşmekten avuçları patlıyor; kollan, bacakları sıyrılıyor,parmaklarında kına koymuş gibi sargı bezleri sallanıyordu.Bu kadar hırçınlığa mukabil karınlarını bahçenin ham yemişleri, sokaksatıcılarının mısırları, leblebileri, arabistan fıstıklariyle doldurduklarındanvücutları kargaya dönüyor; yüzleri inceliyor, burunları sivriliyor, zayıflıktanalınlarını kıl basıyordu.Usluluk nasihati verenlere zevklenmek için burunlarını kısıp dilleriniçıkardıkları zaman ağızlarından şekerden simsiyah olmuş sıçan dişi gibi sivri vekırıklı dişler görünüyordu.«Evin çocuğu» ve öteki çocukların bir nevi kardeş ve oyun arkadaşı sıfatiylegruba giren Gülsüm, en ziyade lalanın işine yaradı. Gülsüm, çocukları idareetmek şöyle dursun, kendisi onlardan beşbeter bir zırdeli idi. Ancak şu vardı ki,lala, arasıra bazı vakaların mesuliyetini Gülsüm'e yükleyerek kendi mesuliyetinihafifletiyordu.Bir vaka çıktığı, bir kaza olduğu vakit büyük hanıma kolayca itilipkakılabilecek bir mesûl lâzımdı. Ama lala olmamış da Gülsüm olmuş, şahsın hiçehemmiyeti yoktu.Nadide Hanım, şimdi Tahir Ağanın üstüne yürüdüğü zaman o, ellerinikaldırarak: «Ben ne edeyim be hanımefendi? Bu deli kız önlerine düşüyor.» diyeGülsüm'ü öne sürüyor ve kendini temize çıkarıyordu.Büyük hanım, evlâtlığa tatlı tatlı nasihatler vermişti. Fakat kız, öylenasihatten, tatlı dilden anlayacak bir mahlûka benzemiyordu. Hayvan gibi dağdadayakla büyümüş bir çocuğa tatlı dil kâr eder mi?Beyler, ellerinde yemiş mendili ile sokaktan gelirken evin asıl çocuklarındanevvel, o, koşuyordu. Yemiş toplamak için ağaca çıkardıkları zaman en iyilerinikendi kör boğazına tıkınıyor, çocuklar bir türkü söyleyecek olsalar, o dangırdungur dili, o bozuk köylü sesiyle o da karışıyordu.
Nadide Hanım diyordu ki:
— Gülsüm, o amcan olacak adama da söyledim ya, sen emanetullahsın. Seniöz evlâtlarımdan ayırdetmiyorum... Hem değil sana, can düşmanıma bile gülyaprağı ile dokunmaya kıyamam... Lâkin sen de biraz adamlığın yolunututmalısın... Sen, bize dört elle sarılırsan zarar etmezsin... Senin için her ay birköşeye az çok bir para atarım... Damlıya damlıya göl olur... Çeyiz çimen deyaparım... İstediğinden âlâ bir kocaya veririm...
Gülsüm, bu sözleri dinliyor, arasıra büyük hanıma hak verir gibi görünüyor.Fakat şaşı gözlerinin bakışından belli ki, aklı başka yerlerde. Ne yapalım,cezasını kendi çeker.Bir gün bahçede salıncağa ben bineceğim, sen bineceksin yüzünden çocuklararasında büyük bir kavga çıkmıştı. Lala, gürültüyü bastırmak için evde ne kadarçamaşır ipi varsa toplayarak dört ayrı salıncak kurmaktan başka çare bulamadı.Fakat bu defa da başka bir mesele başgöstermişti. Çocuklardan her biriGülsüm'ün yalnız kendini sallamasını, ötekilerin salıncağına el sürmemesiniistiyordu.Çocuklar ne emrederlerse mutlaka yapmak lâzım olduğunu bin zahmetle kızınkalın kafasına sokabilmişlerdi. Fakat birinin (yap) dediğini öteki (yapma)diyecek olursa ne yapmalı, hangisine itaat etmeli?Gülsüm, bu dâvanın içinden çıkamıyor, çocukların hangisine itaat lâzımgeldiğini kestiremeyerek alık alık bakmıyordu. Selim, kızdığı zaman dünyayıgözü görmeyen huysuz, sinirli bir çocuktu. «Ulan dilenci köpek... sen, babamınekmeğini yiyorsun... kim oluyorsun bana itaat etmeyecek?» diye kızın üstüneatıldı; saçlarını yolmaya, yüzünü tırmalamaya, kanına, bacaklarına rastgeletekmeler savurmaya başladı. Gülsüm, evvelâ yalnız şaşkın şaşkın kendinimüdafaaya çalışıyordu. Fakat canı yanınca o da kızdı, o da Selim'i dövmeyebaşladı.Bir akşam evvel, şiddetli bir lodos fırtınası olmuş, dalgalar deniz kenarındakitaş seddin üstünden aşarak bahçenin kenarını parçalamış sandal iskeletininkırıkları ve türlü pislikler, yosunlarla doldurmuştu. Bağ, hâlâ ekşi bir denizkokusu içindeydi. Köşk halkı, sabaha kadar uyuyamamıştı. Sinirler gergindi.Çocukların salıncağı nöbetleşe kullanmaya razı olmamalarının sebebi biraz dabu idi. Yine bu yüzden onlar sabahtan beri birbirlerine karşı büyük bir nefret vedüşmanlık duyuyorlar, dövüşmek için bahane arıyorlardı. Ancak kardeşlerininbir ahretlik parçasından dayak yemesi, onların asil kanlarını coşturdu: «Yetişin;ayı, Selim'i öldürüyor!» diye çığrışarak Gülsüm'ün üstüne çullandılar. Büyükhanım, fırtına devam ettiği müddetçe; yani bütün gece sudan çıkmış balık gibiçarpınıp çırpınmış, merak edilecek yolcusu olmadığı için denizde, deryadakiMüslüman kardeşlerini aklına getirerek üzülmeye çalışmış, fakat hiç birisinişahsen tanımadığı için, bu ıstırap bir türlü kâfi derecede keskinleşmemişti. Sonraborçlarını hatırlayıp korkmuş, ahbaplarının, kızlarının, damatlarının tesadüfenaklında kalmış lâkırdılarında —söylenildikleri zaman farkında olmadığı—birtakım çirkin manalar keşfederek kızmış, bundan başka lalanın yolsuzluklarınabu kadar sene nasıl ve neden tahammül ettiğini düşünerek ertesi günden tezi yokbunağı evden atmaya karar vermişti. Nihayet bu kararının verdiği sükûnetle eskizamanları, bilhassa ölenleri gözünün önüne getirmiş, Allahın insanları bu bitiptükenmez acı ve ölüm dünyasına niçin getirdiğine isyan ederek uzun uzunağlamıştı.Sabahleyin, Nadide Hanımın sapsarı bir renk ve şişkin gözlerle ortadadolaştığını, ikide birde başı dönüyor gibi ellerini şakaklarına götürüp durduğunugören kızları onu zorla yatağına sokup uyutmuşlardı.Çocuklann çığlığı hanımefendiyi işte bu kanşık ve rahatsız uykudanuyandırıyordu. Gülsüm'ün bahçede torunları ile boğuştuğunu görünce ihtiyarkadının aklı çıkacak gibi oldu ve başörtüsüz, terliksiz dışarı fırladı.
                                                                                                 ***

Gülsüm, kavganın hararetinden büyük hanımın ne halde geldiğini farkedememişti. Kendini çocukların elinden kurtararak koştu: «Anne, bak, benidövüyorlar!» diye Nadide Hanımın eteklerine sarıldı.Fakat beklediği imdat yerine kulaklarına iki sinirli el yapıştı, lop yanaklarındaiki dehşetli tokat şakırdadı.Hanımefendi, kızı tırnakları ile parçalamamak için kendini zor zaptederekhaykırıyordu: 
— Seni tabanı yarık dağ ayısı seni!.. Hangi elinle onlara vurdun bakayım?..Seni izansız, nankör seni... Sen kim oluyorsun bakayım... Daha dün yırtıkpabucunla sokaklarda süründüğünü ne çabuk unuttun? Koca tokmak gibielleriyle nasıl da vuruyor... Allah sizin kafanızdan sopayı eksik etmesin... Allahtevekkeli sizi sırtınızda yorganınızla sokaklarda süründürmüyor...
Mamafih, hanımefendinin daha hiddeti tamamiyle sönmeden içinde birpişmanlık başgöstermişti.Bunu belli etmemek için hışımla geri döndü.Bir daha evin içine ahretlik ayağı sokmamak için ettiği yemine neye sadıkkalmamıştı? Cihan âlemin bunca yıllık tecrübeleri gösteriyordu ki bumahlûkların içinde ilâç için bir tane iyisine rastgel mek kabil değildir. Kendisiöyle cellât gibi bir insan olsa neyse ne. Araba beygiri idare eder gibi sopa ile,tekme ile kullanabildiği kadar kullanır. Fakat karıncayı incitmekten korkanrikkatli, merhametli bir kadın için böyle sütsüz mahlûklarla uğraşmak ne uzak!Evet, hanımefendi, Gülsümü dövdüğüne pişman olmuştu amma bu dayak daonu hayli yola getirmişti. Artık, evde herkesten fazla bağırıp gülmüyor,merdivenlerde saygısızca topuk atmıyor, çocuklarla eskisi gibi baş koşmuyordu.Bu dayak, pek ehemmiyetli olmamakla beraber bir meseleyi daha halletti.Gülsüm, Nadide Hanıma, «anne, anne» deyip gidiyordu. Hanımefendi küçükgönüllüydü. Kimsesiz bir çocuğun kendisine «anne» demesinde bir mahzurgörmezdi. Hatta «ben senin annenim... Sen bu evin çocuğusun!» gibi sözlerlekızı buna teşvik bile etmiş sayılırdı. Ancak malûm ya, ne de olsa bir evlâtlığınevin büyük hanımına daima «anne, anne» demesi ele güne karşı bir tuhaf düşer!Hanımefendi, bunu birkaç kere Gülsüm'e üstü örtülü sözlerle anlatmayaçalışmıştı. Fakat nerede onda o kafa? Daha açık söylemesine de şefkati veinsaniyeti maniydi.Hasılı, bu mesele, ehemmiyetsizliğine rağmen halledilemeyecek gibigörünüyordu. Dayak vakasından sonra Gülsüm, ne düşündü ise düşündü, kimsekendisine bir şey söylemediği halde Nadide Hanımı kendiliğinden«hanımefendi» diye çağırmaya başladı.


Kızılcık DallarıWhere stories live. Discover now