on yedi

33.1K 2.5K 5.6K
                                    

"Oppa, bize en son geldiğini hatırlamıyorum bile. Çok özlemişim!" Ryujin kapıyı bana açtığı gibi heyecanla kurduğu cümlesiyle beraber üzerime atlamıştı. Montumun üzerinden sarıldığı için kolları sırtımda birleşemezken bu duruma içten içe gülümseyip sarılışına karşılık verdim. O, belki de dünyadaki en değerli varlığım olarak tanımlayabileceğim insandı.

"Geçen ay geldim diye hatırlıyorum ben ama..." Sessiz bir şekilde konuştuğumda hızla geri çekilip kaşlarını çattı. "Bir ay geçmiş işte. Bu 30 gün gelmedin demek. Sence çok değil mi? Bence çok?"

"Son sınıfım ben pembe cadı." Üzerimdeki montu çıkarırken bir yandan da salona adımlıyordum. Montu koltuğun kenarına koyarken ben de oturdum. "Durmadan projeler üzerine çalışıyorduk, yemek yemeye vaktimizin olmadığı zamanları biliyorum."

Dudaklarını büzerek yanıma oturdu ve tekrar incecik kollarını belime sardı. "Üf... Hemencecik affettim seni işte." Başını göğsüme yerleştirdi. "Bir tek sana karşı öyleyim oppa, bunu da iyi bil." Başını yukarı kaldırıp bana baktığında ben de karşılık olarak göz kırpmıştım. Onun bendeki yeri çok ayrı olduğu gibi, onun hayatındaki konumumun da farkındaydım. İkimiz de ailelerimizin tek çocuğu olduğumuz için birbirimizin öz kardeşi gibi olmuştuk. Ryujin doğduğunda 3 yaşında olduğum için aklımda belirli anılar kaldıysa da çocukluğumuzda beraber geçirmediğimiz bir an yok denilebilirdi.

"Yine teyzemler evde yok." derken gözlerimi evde gezdiriyordum. Geri çekildikten birkaç saniye sonra da ayağa kalkmıştı. "Bunun işime geldiğini biliyorsun." Bunu göz kırparak söylemişti.

"Bilmez miyim pembe cadı..." Gözlerimi kıstım. "Pembe de diyemiyorum artık, iyice akmış boyan." Ben böyle diyince ellerini istemsizce saçlarına atmıştı. "Dip boyan da gelmiş kız senin iyice."

Kaşlarını çattı. "Beni sinirlendirebileceğini mi sandın oppa?" Şeytan gülüşünü atmayı ihmal etmedi. "Elimde iki kutu pembe boya var, beni gaza getirirsen bu evden ikimiz de pembe olmadan çıkamayız sonra. Saçların da sarı zaten."

Ellerimi iki yana kaldırdım. "Pes yani prenses, yine sen kazandın." Güldükten sonra elini arka cebine attığını fark ettim ama attığı gibi kaşlarını çattı ve hemen ardından ön cebine baktı. Koltukların üzerine de baktıktan sonra sinirle üflemişti. "Telefonumu odada unutmuşum, alıp geleyim hemen. Hatta iki dakika giyinip geleyim ben, bir daha odaya gitme derdim olmasın."

"Ben burada bekliyorum o zaman." dedim, başını sallayıp eliyle bana öpücük attı ve koşarak salondan çıktı. Yanımdaki montumun cebinden telefonumu çıkardığımda buluşmanın saatine daha bir saatten fazla vakit olduğunu fark etmiştim.

Ah, doğru... Benim buraya gelme amacım bambaşka bir şeydi... Neden bu her aklıma geldiğinde kalbime bir şeyler saplanıyormuş gibi hissediyordum. Bunları unutmak istercesine başımı hızlıca iki yana sallarken telefonda uygulamaya girmiştim.

Girdiğim gibi karşıma çıkan yeni gönderi, unutmama hiç de yardımcı olacak gibi değildi.

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
don't know what to do | taekookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin