zehirli bal.

417 18 2
                                    




''İşte böyle, Vante. Ah, çalıştığım en güzel modelsin.''

Güzellik...

Ne saydam, ne yanıltıcı bir kavram. Tarih boyunca güzelliğin değişerek ilerlediğini gördüğümden, bu yanıltıcı tarafa kanmayı bilmem. Aslına bakarsanız, tarih kitaplarına göz çevrildiğinde en üst mertebedeki kadın kimse, o güzel bulunur; bittabi ondördüncü yüzyılda yaşamış bir güzelle, yirmibirinci yüzyılda yaşıyor olan bir güzel arasındaki yegâne uçurum da budur. Güzelliğin zekâ ile ilişkilendirildiği o dönemler geride kaldı. Küçük beyninizi süslemeyi denemeniz size pek fayda sağlamaz ama yüzünüze sürdüğünüz tek bir çizgi sizi bu şartlarda güzel yapar. Yanıltıcı. Tehlikeli. İnsanı aptallaştıran bir yanı var güzelliğin. Hem güzel olanı aptallaştıran, hem de etrafında ondan etkilenen belki binlerce kişiyi....

İçi boş bir efsun bu. Zehirli bal.

Dört duvarı kaplayan boya kokusu ciğerlerime nüfuz ederken, zihnimdeki karmaşa yüzünden bir saattir aynı hâlde durduğundan bir haberdi vücudum. Müstehcen kısmımı örten saten örtüyü bel hizâmda tutarak yavaşça ayağa kalkmış; odanın penceresinden zehirli balımı öpen günışığını omzumda taşımaya devam ederken, beni uzandığım safir renkli koltukta resmetmiş adamın tuvaline yaklaşmıştım. Ne şahane bir eserdi... Kulağımdaki inci küpelerin yansıması sanki gerçek gibi gözlerimi kısmama sebep olmuştu.

''Ma belle... Vous êtes charmant. (Benim güzelim... Büyüleyicisin.)''
Adamın yay gibi iki yana gerilen dudakları; yanağının pürüzlü kısmında adım atsanız çekileceğiniz bir çukur yarattığında, ben de aynı sakinlikte gülümsemiştim. Hoştu, gençti. Zeki bir adam olduğunu da dolabına sıraladığı kitaplardan az çok anlamıştım. Fransız olmamasına rağmen akıcı konuştuğu dil de cabasıydı. Herhangi birini kolayca etkisi altına alabilir, yanağındaki çukura düşürebilirdi.

Odanın içerisi kızılla karışık bir sarıyı misafir ederken, çıplak kollarımda hissettiğim sıcacık bir dokunuş gözlerimi tuvalden çekmemi gerektirmişti. Adamın dudakları karamele çalan tenime sürtünüyordu. Sakince yapıyordu bunu. Gözlerim, yer yer değişen yüz hatlarında kalmıştı. Derin bir nefes çektiğinde kaşlarının çatılışı, boğazında kalan bir lokmayı yutar gibi güçlükle yutkunuşu...

Söylemiştim. Güzellik aptallaştırıcıdır. Birkaç defâ atölyesine gelip soyunduğum, tuvaline misafir olduğum bu adamla ne denli sohbet içerisindeydim de beni bu kadar içten koklayacak kadar sevmişti? 'Aptal.' dedim içimden. Güzellik yanıltıcıysa, güzellik gölgesinde şekillenen bir sevgi ne denli gerçek olabilirdi?

''Üzgünüm...'' dedim. Uzun parmaklarımın zümrütle bezenmiş olanı havalanıp karşımdaki adamın benim gibi esmere çalan teninde kaymış, çenesini kavramıştı. Derin bir uykudan uyanıyor gibi baktı gözlerime, benim gözlerim ise yorgun ve düşünceliydi. ''Gitmeliyim.''

Ardından parmaklarım arasındaki tene belli belirsiz bir dokunuş bırakıp yerde duran ayakkabılarımı işaret ve orta parmaklarıma geçirerek giyinme odasına doğru ilerlerken son defâ afallamış gözleriyle bana bakan kocaman herife bakmıştım.

Güzellik... Size bunu yaptırabilirdi. Bu, koca bir dağ ayısını incelikle sokan; zehrini hantal bedene bırakırken uyuşmasını sağlayan bir yılanla özdeşleştirilebilirdi. Yavaş yavaş dağılan uyuşukluk hissi git gide sizi güçten düşürüp kıpırdayamayan bir kurban hâline gelmenizi sağlardı. Böylece kolay bir av olurdunuz. Güzel kadınların veya güzel adamların her zaman yılana çalan gözleri olurdu. Eğer, yeterince zekilerse.

Bakmanızı beklerlerdi. Böylece zehirli ballarını ağzınıza çalabilirlerdi.

&

Gecenin hâyli geç bir vaktiydi, sokakta ilerliyordum.

Yarın olacak olan dergi çekimini düşündüğümde, yine o arsız fotoğrafçının beni fotoğraflandıracağını tahmin ederken dudağımı sinirle dişlemiştim. Tanrı biliyordu, bir fırsatım olsaydı o herifi kendi ellerimle öldürebilirdim. Arsız ellerini vücudumda hissettiğim an tüm kanım çekiliyor, kan yerine her bir damarıma kin dağılıyordu.

Üzerimdeki hırkanın kapşonunu iyice kafama yerleştirirken kulağımda tekrar eden şarkının geceden ayrılıp başımın üzerinde yanıp sönen sokak lambasını selâmlamasıyla; yerde öylece duran, gözüme ilişen taşa vurmuştum. Hafif yağmurlu, tenha caddenin sokak lambaları hep bu hâldeydi. Sanki 'benim işim artık bitti, patlayıp yok olacağım.' diye tanrıya sinyal gönderiyorlardı. Buradan her gün geçip giden sarhoşların ise pek umrunda değildi. Ne sinyali, ne Tanrısı. Ben geçip giden bir sarhoş değildim lâkin, bana göre Tanrı da bir yanılgıydı, kısmen.

Tanrı yanılgısına ihtiyaç duyacağımdan bir haberdim.

Önce sert kollar bedenimi güçlü bir sarmaşık gibi sardı. Tiz bir çığlık bıraktım, bir ihtimal şaka olduğu geçti aklımdan. Fakat, komik değildi ve git gide ciddileşiyordu. Bedenim, diğer erkeklere nazaran daha güçsüz sayılırdı. Tuvallerde, fotoğraflarda, heykellerde nârin görünmesi için onu beslemediğim zamanlara küfür ettim. Öyle olsa belki şimdi bu sert kolları bir şekilde yıkıp aşabilir, özgürlüğüme kavuşabilirdim. Fakat şu an bu düşünce nâfileydi.

Ağzım ve burnum üzerine kapatılan hafif nemli, gaz kokulu bezin etkisine bırakmıştım kendimi. Gözlerim kayıp gidiyordu. Kolları arasında git gide aşağı düştüğüm beden beni sıkı sıkı tekrar kavradı ve omzunun üzerine tüm kuvvetiyle yerleştirdi bedenimi. Bir çuvaldan farksızdım, ne hareket etmeye gücüm vardı ne de ses tellerimin kopmadığından emindim. Yanıp sönen sokak lambası, adamın omzunun üzerinde gittiğim küçük bir mesafede kadrajıma giren son şey olmuştu.

Ardından karanlık. Buz gibi soğuk hissettiren, buzu vücutta yanık açan bir soğuk. Soğuktan soğuk. Bilincimi kaybetmek bana böyle hissettirmişti. Ardından uyandığım oda ise hissettiğimin bir nebze bilincimden olmadığını düşündürmüştü. Buz gibi soğuktu. Oda, sanki bir morgun tam ortasına düşmüş hissi veriyordu.

Oda, sanki düşüncelerimin tam ortasına düşmüş hissi veriyordu.

𝘣𝘦𝘢𝘶𝘵𝘺 𝘢𝘯𝘥 𝘵𝘩𝘦 𝘣𝘦𝘢𝘴𝘵Where stories live. Discover now