Bölüm 5

393 12 0
                                    

   "Acaba bir şeyleri gözden kaçırmış ya da yanlış anlamış olabilir miyim?" diye kendime birkaç kez sordum. İnsanın kendisini böyle bir ümitsizliğe kaptırması normal bir şey olamaz. Ve soruların cevaplarını insanoğlunun edindiği bütün bilgi dallarında aramaya başladım. Arayışım sancılı bir süreçti ve uzun sürdü. Bu, sadece meraktan kaynaklanan kayıtsız bir arayış değildi. Gece gündüz devam eden sancılı ve ısrarlı bir arayıştı. Ölmek üzere olan bir adamın selamet arayışı gibi. Ve ben hiçbir şey bulamadım. 

   Arayışımı bütün bilim dallarında sürdürdüm, ama aradığımı bulmak şöyle dursun, benim gibi, hayatın anlamını bilimde arayan hiç kimsenin de hiçbir şey bulamadığına ikna oldum. O insanlar hiçbir şey bulamamakla kalmadıkları gibi beni tam da ümitsizliğe sevk eden şeyin -yani hayatın anlamsızlığının- insanın herhangi bir şüpheye yer vermeksizin bilebileceği tek şey olduğunu açıkça da kabul etmişlerdi. 

   Cevapları her yerde aradım. Hayatımı öğrenmekle geçirmiş olmam ve bilim dünyasıyla olan ilişkilerim sayesinde bilimin her dalındaki bilim adamlarına ve akademisyenlere ulaşma fırsatım oldu. Bana bütün bilgilerini seve seve sundular, sadece kitaplarla değil sohbet yoluyla da. Öyle ki, bilimin bu hayat sorusuna dair tüm söyleyebilecekleri elimin altındaydı. 

   Bilimin halihazırda vermiş olduğu cevapların dışında var oluşa dair sorulara başka cevaplar veremiyor oluşuna uzunca bir süre inanamamıştım. Bilim dünyasının, elde ettiği, hayata dair gerçek sorularla hiçbir ilgisi olmayan sonuçları büyük bir önem ve ciddiyet havası içerisinde ilan ettiğini gördükçe, bana uzunca bir zaman benim anlayamadığım bir şeyler varmış gibi gelmişti. Bilim karşısında uzun bir süre ürkek kalmıştım ve cevaplarla benim sorularım arasındaki uyumsuzluğun bilimin hatasından değil, benim cehaletimden kaynaklandığını sanmıştım. Ama bu konu benim için bir oyun ya da eğlence değil, bir ölüm kalım meselesiydi ve ben istemeyerek de olsa şu kanaate vardım ki; sorduğum sorular sorulabilecek tek meşru sorulardı ve bütün bilimlerin temelini oluşturuyorlardı. Suçlanması gereken bu soruları soran kişi olarak ben değil, bu sorulara cevap verme iddiasında olan bilimin kendisiydi. 

   Benim sorduğum soru -ki beni elli yaşında intiharın eşiğine getirmişti- sorulabilecek en basit soruydu ve budala bir çocuktan tutun da bilgeler bilgesi bir yaşlıya kadar herkesin ruhunda yatan şeydi. Bu, insanın cevabını bulamazsa yaşayamayacağı türden bir soruydu ve ben bunu tecrübelerimle öğrenmiştim. Soru şuydu: "Bugün yaptıklarımın ve yarın yapacaklarımın sonucunda ne olacak? Hayatımın tamamının sonucunda ne olacak?"

   Farklı bir yoldan söyleyecek olursak soru şöyleydi: "Niçin yaşayayım, niçin herhangi bir şeye karşı bir istek duyayım, niçin herhangi bir şey yapayım?" Soru şu şekilde de ifade edilebilir: "Hayatımın, beni bekleyen, kaçınılmaz olan ölümün yok etmeyeceği bir anlamı var mı?" 

   Farklı şekillerde ifade edilebilen bu tek soruya bilimde bir cevap arıyordum ve şunu anladım ki, bu soru dikkate alındığında insanlığın bütün bilgisi sanki uçlarında iki ayrı kutup olan iki zıt yan küreye bölünmüş durumda: Biri negatif, diğeri pozitif kutup; ama kutupların ne birinde ne de öbüründe hayatla ilgili sorulara cevap bulmak mümkündü.

   İlk grubun soruyu muhatap alır bir hali yoktu. Bu grup, yani deneysel bilimler grubu, kendi alanın diğer alanlardan bağımsız olan sorularıma açık ve kesin cevaplar vermektedir ve bu grubun en uçta duranı da matematiktir. Öbür bilim grubu, yani soyut bilimler, soruyu muhatap alıyor ama cevaplamıyor. Bu grubun da en uç noktasında metafizik bulunuyor. 

   Küçüklüğümden beri soyut bilimlere ilgi duymuştum. ancak sonradan matematiksel ve doğal bilimler beni cezbetti. Kendimi bilimin vermiş olduğu sahte cevaplarla tatmin etmeye devam ettim, ta ki o soruyu kendime kesin olarak soruncaya ve o soru da içimde olgunlaşarak acil bir karar vermem için beni zorlamaya başlayıncaya kadar. 

Tolstoy - itiraflarımWhere stories live. Discover now