Bölüm 10

203 4 1
                                    

   Bunu anlamıştım, ama bunu anlamış olmak işimi hiç de kolaylaştırmadı, Şimdi herhangi bir inancı kabul etmeye hazırdım, yeter ki benden aklı doğrudan inkar etmemi istemesin, ki bu yanlış olurdu. Ben de Budizm'i ve İslam'ı kitaplardan inceledim. En çok da Hıristiyanlığı gerek kitaplardan gerekse de etrafımdaki insanlardan inceledim. 

   Doğaldır ki ilk olarak çevremdeki dindar ve aynı zamanda eğitimli olan insanlara; kilise ilahiyatçılarına, keşişlere, en son görüşleri savunan ilahiyatçılara ve hatta insanlığın günahlardan ve Cehennem azabından Hz. İsa'nın kefaretiyle kurtulabileceğini söyleyen bazı Protestan Kiliselerine yöneldim. 

   Bu inananların peşlerini bırakmadım ve onlara inançları ile yaşamın anlamına ilişkin anlayışlarıyla ilgili olarak sorular sordum. 

   Ancak mümkün olan tüm ödünleri verdiğim ve her türlü fikir ayrılığından kaçındığım halde bu insanların inançlarını kabul etmem mümkün olmadı. Şunu gördüm ki, onların inançları olarak dile getirdikleri şeyler var oluşun anlamını açıklamıyor, daha da içinden çıkılmaz bir hale getiriyordu. İnançların benim var oluşa ilişkin soruma yanıt vermediğini kendileri de kabul ediyorlardı. Beni inanca yönelten şey o varoluş sorusuydu ve bu soru şimdi bir takım başka sebeplerden bana uzak geliyordu. 

   Bu insanlarla olan konuşmalarımda sıkça yaşadığım o umut duygusundan sonra tekrar eski ümitsiz durumuma dönmek korkusuyla acı çektiğimi hatırlıyorum.

   Bu insanlar bana öğretilerini tam anlamıyla açıkladıkça, onların yanlışlarını daha açık bir şekilde görüyor ve onların inançlarında var oluşun anlamına yönelik bir açıklama bulma umudumun boş olduğunun farkına varıyordum. 

   Öğretilerinde pek çok gereksiz ve akıl dışı şeyi, bana hep yakın gelmiş olan, Hıristiyanlığın hakikatleriyle birleştirmiş olmaları değildi yanlış olan. Beni iten şey bu değildi. Bana itici gelen gerçek bu insanların hayatlarının benimki gibi olmasıydı; şu farkla ki, yaşadıkları hayat öğretilerinde savundukları ilkelere karşılık gelmiyordu. Apaçık bir şekilde şunu anladım ki, onlar kendilerini kandırmaktaydılar ve benim gibi onlar da hayatta, hayat devam ederken yaşamaktan ve ellerinin tuttuğunu almaktan başka bir anlam bulamıyorlardı. Bunu anlamıştım çünkü eğer kendileri kaybetme, acı çekme ve ölüm korkusunu ortadan kaldıracak o anlamı bulmuş olsalardı, bütün bu şeylerden korkuyor olmazlardı. Ancak bizim çevremizdeki bu inanan insanlar tıpkı benim gibi yeterlilik ve bolluk içerisinde yaşıyorlar; bu yeterlilik ve bolluğu daha da artırmaya ya da korumaya çalışıyorlar; yoksunluktan, acı çekmekten ve ölümden korkuyorlardı. Tıpkı ben ve bütün inanmayanlar gibi, arzularım tatmin etmek için yaşıyorlar ve de inanmayanlardan daha kötü olmasa bile en az onlar kadar kötü bir yaşam sürüyorlardı. 

   Hiçbir görüş beni onların inançlarının doğruluğuna ikna edemezdi. Sadece, hayatta bana korkunç gelen şeyleri -yoksulluğu, hastalığı ve ölümü- onların kendileri için korkunç olmaktan çıkaran bir anlam bulduklarının göstergesi olan eylemler beni buna ikna edebilirdi. Bu tür eylemlere ise bizim çevremizdeki pek çok inanan arasında rastlamıyordum. Tam tersine bu türden eylemleri bizim çevremiz içerisindeki en inançsız insanların gerçekleştirdiklerini görüyordum, sözde inananların değil.

   Bu insanların itikatlarının benim aradığını inanç olmadığını ve inandıkları şeyin gerçek bir inanç olmayıp hayattan Epikürcü bir yaklaşımla bir teselli bulmak olduğunu anladım. 

   Şunu anladım ki, bu inanç ölüm yatağındaki tövbekar Süleyman için bir teselli değilse bile, bir oyalama vazifesi görse de; kendilerinden başkalarının emeklerini çarçur edip eğlenmeleri değil de, yaşamı yaratmaları beklenen insanlığın o büyük çoğunluğuna hizmet edemez. 

   Bütün o insanların yaşayabilmeleri ve hayata bir anlam atfederek yaşamaya devam edebilmeleri için onların, o milyarlarca insanın inanca dair farklı ve gerçek bir bilgilerinin olması gerekir. 

   Gerçekten de, beni inancın varlığına ikna eden şey ben, Süleyman ve Schopenhauer'un kendimizi öldürmemiş olmamız değil, o milyarlarca insanın geçmişte yaşamış ve bugün de yaşamakta oldukları ve bizleri var oluşlarının dalgasında taşımış oldukları gerçeğiydi. 

   Ben de fakir, basit ve cahil halkın arasındaki inananlara -hacılara, keşişlere, tarikatçılara ve köylülere- yaklaşmaya başladım. Bu insanların inancı da bizim çevremizdeki yalancı inananların ikrar ettikleri aynı Hıristiyan inancıydı. Onların arasında da Hıristiyanlık gerçeklerine karışmış pek çok batıl inanışa rastladım. Ama şu farkla ki, bizim çevremizdeki inananların batıl inanışları kendileri için oldukça gereksiz ve yaşadıkları hayata uygun düşmez, sadece bir tür Epikürcü aldatmacadan ibaretken; işçi kitlelerinin arasındaki inananların batıl inançları yaşamlarıyla öylesine bir uygunluk gösteriyordu ki, onları hayatlarının kaçınılmaz bir parçası bu batıl inançlar olmaksızın hayal etmek imkansızdı. Bizim çevremizdeki inananların bütün hayatları inançlarıyla bir çelişki içerisindeyken, işçi-halktan inananların bütün hayatları inançlarının kendilerine verdiği o var oluşun anlamının bir doğrulamasıydı. Ben de bu insanların yaşamlarını ve inançlarını daha derinliğine araştırmaya başladım; bu konu üzerinde ne kadar düşündüysem, bu insanların kendileri için zorunluluk olan, tek başına hayatlarına bir anlam veren ve yaşamı onlar için olanaklı kılan gerçek bir inançları olduğuna o kadar ikna oldum. 

   Kendi çevremizde -inanmadan yaşamanın mümkün olduğu ve ancak bin kişiden bir kişinin kendisinin inançlı biri olduğunu kabul ettiği o çevremizde- gördüklerimin tersine bu insanların arasında inanmayanlar neredeyse binde birdi. Bütün yaşamın aylaklık, eğlence ve tatminsizlik içerisinde geçtiği o kendi camiamızda gördüklerimin tersine, bu insanların bütün hayatlarının ağır işlerde geçtiğini ve bu insanların hayattan memnun olduklarını gördüm. Bizim çevremizdeki insanların kadere karşı çıkışları ve çekilen yoksunluklar ve acılar yüzünden kaderden yakınmalarının tam zıddı olarak bu insanlar hastalıkları ve acıları şaşırmadan, karşı koymadan ve başa gelen her işte bir hayır olduğuna dair dingin ve sarsılmaz bir inançla kabulleniyorlardı. 

   Bilgeliği arttıkça yaşamın anlamını daha az anlayabilen, acı çekiyor ve ölüyor oluşumuz gerçeğinde kötü bir istihza bulan bizlerin tersine, bu insanlar yaşamaya ve acı çekmeye devam ediyorlar, ölüme ve acıya sükunetle, pek çok durumda da memnuniyetle yaklaşıyorlardı. Sükunet içerisinde, dehşet ve çaresizlikten uzak bir ölümün bizim çevremizde çok nadir rastlanan bir istisna olmasının tersine kederli, isyankar ve mutsuz bir ölüm bu insanlar arasında en nadir rastlanan istisnalardandı. Bizim ve Süleyman için yaşamın tek iyi tarafı olan bütün o şeylerden yoksun, ancak gene de mutlulukların en büyüğünü tatmakta olan böyle insanlar büyük bir çoğunluğu oluşturuyordu. 

   Etrafıma daha geniş bir açıdan bakmaya başladım. Geçmişteki ve günümüzdeki bu muazzam insan kitlesinin yaşamları üzerinde düşündüm. Bu şekilde, hayatın anlamını kavrayan, yaşama ve ölme becerisine sahip iki, üç ya da onlarca değil; yüzlerce, binlerce, milyonlarca insan gördüm. Hepsi de tarzları, zekalar,. eğitimleri, toplumsal konumlan sonsuz farklılık arz etse de aynı şekilde, benim cehaletimin tam tersi olarak, yaşamın ve ölümün anlamını biliyor, sükunet içerisinde işlerini yapıyor, yoksunluklara ve acılara göğüs geriyor, yaşamayı sürdürüyor ve ölümde hiçliğin değil, bir hayrın olduğunu görerek can veriyorlardı. 

   Bu insanları sevmeyi öğrendim. Onların hayatları, haklarında bir şeyler okuduğum ve işittiğim, halen yaşamakta ya da geçmişte ölmüş olanların hayatlarını daha yakından tanıdıkça, onları daha çok sevdim ve yaşamak benim için kolaylaştı. İki yıl kadar bu şekilde devam ettim ve bende, nicedir olgunlaşan ve umudunu hep içimde taşıdığım bir değişim gerçekleşti. Bu değişim öyle bir şekilde gerçekleşti ki, bizim zengin ve eğitimli camiamızın hayat tarzı bende sadece tiksinti uyandırmakla kalmadı, gözümdeki bütün anlamını da yitirdi. Bütün yapıp ettiklerimiz, tartışmalarımız, bilim ve sanat gözüme bir başka şekilde gözükmeye başladı. Anladım ki, bu yaşam biçimi bir zevk düşkünlüğünden ibaretti ve böyle bir yaşamda bir anlam bulmak imkansızdı. Öte yandan, bütün o alın teri döken insanların, yaşamı var eden bütün o insanlığın hayatının gerçek anlamını kavramıştım. Anlıyordum ki, işte "bu" hayatın kendisiydi ve böyle bir hayata atfedilen anlam doğru anlamdı. Ben de bu anlamı kabul ettim.

Tolstoy - itiraflarımWhere stories live. Discover now