ANT

1K 42 46
                                    

Ben Gönen'de doğdum. Yirmi yıldan beri görmediğim bu kasaba hayalimde artık seraplaştı. Birçok yerleri unutulan eski, uzak bir rüya gibi oldu. O zaman genç bir yüzbaşı olan babamla her zaman önünden geçtiğimiz Çarşı Camii'ni, karşısındaki küçük, harap şadırvanı, içinde binlerce kereste tomruğu yüzen nehirciği, bazen yıkanmaya gittiğimiz sıcak sulu hamamın derin havuzunu şimdi hatırlamaya çalışırım. Ama beyaz bir unutkanlık dumanı önüme yığılır. Renkleri siler, şekilleri kaybeder. Pek uzun gurbetlerden sonra vatanına dönen bir adam doğduğu yerin ufkunu koyu bir sis altında bulup da sevdiği şeyleri uzaktan bir an önce göremediği için nasıl üzgün olursa, ben de tıpkı böyle merağa, sabırsızlığa benzer bir üzüntü duyarım. O her akşam sürülerle mandaların, ineklerin geçtiği tozlu, taşsız yollar, yosunlu, siyah kiremitli çatılar, yıkılacakmış gibi duran büyük duvarlar,küçük ahşap köprüler, sonsuz tarlalar, alçak çitler hep bu duman içinde erir...

Yalnız evimizle okulu gözümün önüne getirebilirim.

Büyük bir bahçe... Ortasında köşk tarzında yapılmış bembeyaz bir ev... Sağ köşesinde her zaman oturduğumuz beyaz perdeli oda... Sabahları annem beni bir bebek gibi pencerenin kenarına oturtur,dersimi tekrarlattırır, sütümü içirirdi. Bu pencereden görünen avlunun öbür tarafındaki büyük toprak rengindeki binanın camsız, kapaksız tek bir penceresi vardı. Bu siyah delik beni çok korkuturdu.Yemeklerimizi pişiren, çamaşırlarımızı yıkayan, tahtalarımızı silen, babamın atına yem veren, av köpeklerine bakan hizmetçimiz Abil Ana'nın her gece anlattığı korkunç, bitmez öykülerdeki ayıyı, bu karanlık pencerede görür gibi olurdum. Bu şüphe ile rüya dinlemek, yorumlamak merakında olan zavallı anneme her sabah ayılı rüyalar uydurur, iri, kuzgun bir ayının beni yakalayıp dağa götürdüğünü, ormandaki inine kapadığını, kollarımı bağladığını, burnumu, dudaklarımı yediğini,sonra Bayramiç yolundaki su değirmeninin çarkına attığını söyler, ona birçok "Hayırdır inşallah..." dedirttirirdim. Rüyayı yorumlarken benim büyük bir bey, büyük bir paşa olacağımı, bana kimsenin kötülük yapamayacağına beni inandırdıkça yalan söylediğimi unutur, ne kadar sevinirdim!

Hangi sokaklardan, kiminle geçerdim? Bilmiyorum... Okul bir katlı, duvarları boyasızdı. Kapıdan girince üstü kapalı bir avlu vardı. Daha ilerisinde, küçük, ağaçsız bir bahçe... Bahçenin sonunda tuvalet, fazla büyük abdest fıçısı... Erkek çocuklarla kızlar karışık otururlar, birlikte okur, birlikte oynarlardı. "Büyük Hoca" dediğimiz kınalı, az saçlı, kambur, uzun boylu, yaşlı, bunak bir kadındı.Mavi gözleri çok sert parlar, gaga gibi eğri, sarı burnuyla tüyleri dökülmüş hain, hasta bir çaylağa benzerdi. Küçük Hoca erkekti. Büyük Hoca'nın oğluydu. Çocuklar ondan hiç korkmazlardı. Galiba biraz aptaldı. Ben arkadaki rahlelerde, büyük hocanın en uzun sopasını uzatamadığı bir yere otururdum. Kızlar belki saçlarımın çok açık sarı olmasından dolayı bana sürekli "Ak Bey" derlerdi.Erkek çocukların büyükleri ya adımı söyler ya da "Yüzbaşı oğlu" diye çağırırlardı. Sınıf kapısının açılmayan kanadında sallanan "geldi, gitti" levha yazısı, cansız bir yüz gibi bize bakar, kalın duvarların tavana yakın dar pencerelerinden giren donuk bir aydınlık durmadan bağıran, haykırarak okuyan çocukların susmaz, keskin çığlıklarıyla sanki daha çok ağırlaşır, bulanırdı...

Okulda tek bir ceza vardı: Dayak... Büyük suçlular hatta kızlar bile falakaya yatarlardı. Falakadan korkmayan, titremeyen yoktu. Küçük suçluların cezası ise oransız, ölçüsüzdü. Küçük Hoca'nın büyük tokadı... Büyük Hoca'nın uzun sopası... ki rastladığı kafayı mutlaka şişirirdi. Ben hiç dayak yememiştim. Belki ayrıcalık tanıyorlardı. Sadece bir kere Büyük Hoca kuru, kemikten elleriyle yalan söylediğim için sol kulağımı çekmişti. O kadar hızlı çekmişti ki ertesi gün bile kızarıklığıyla yanması geçmemişti. Ama suçum yoktu. Doğru söylemiştim. Bahçedeki abdest fıçısının musluğu koparılmıştı.Büyük Hoca bu suçu işleyeni arıyordu. Bu, mavi cepkenli, kırmızı kuşaklı, hasta, zayıf bir çocuktu.Söyledim, suçunu kabul etmedi. Falakaya yatırılacaktı. Sonra başka bir çocuk çıktı; kendi kopardığını onun suçu olmadığını söyledi. Yere yattı. Bağıra bağıra sopaları yedi. O zaman Büyük Hoca, "Neden yalan söylüyor, bu zavallıya iftira ediyorsun?" diye kulağıma yapıştı. Yüzünü buruşturarak darıldı.

KaşağıWhere stories live. Discover now