twenty eight

524 61 9
                                    


hızlıca istikametine doğru giden arabanın içerisinde başımı yorgunca geriye yasladım. saatler süren sorgunun ardından kızlardan ve üvey kardeşimden gelen bir kaç telefonu yanıtladım. telefonumu kapatıp diğerleriyle olan bağımı tamamen kestiğimde arabayı kullanan Jongin'e döndüm.

"siteye gitmeyeceğiz. başka bir yer ayarladık. ortalık biraz durulana kadar seni saklamamız en iyisi."

"asıl saklamamız gereken sensin." diye mırıldandığımda başını benden yana çevirip tekrar önüne döndü.

"merak etme, iyi olacağız."

ağır bir nefes yükledim ciğerlerime. geri dönüşü yıllardır içime attıklarım olsun istedim ama değişmedi hiçbir şey. çökmüş omuzlarımla batan güneşi izledim. bekledim, geçmesini.

daldım biraz, gözlerimi yumdum ve bir kaç dakikalığına da olsa hayatın gerçekliğinden uzaklaştırdım kendimi. uyudum biraz da.

hava artık tamamen batmışken geldiğimiz yerin tanıdıklığı gülümsetti beni.

"büyüsen de alışkanlıklardan vazgeçemiyorsun."

arabadan inip önümdeki ağaç evine baktım.

"seni ilk kaçırışım, soğuk gecede ağaç evinin köşesine sinmiş yaptığımız şey hakkında konuşup durmuştuk."

"henüz 15 yaşında, upuzun yolu ehliyetsiz bir şekilde motorsikletle gelmiştik. canımı tehlikeye atmıştın resmen Jongin."

elimi tutup beni merdivene doğru sürüklerken "demiştik ya, ölsek bile birlikte ölelim diye." dedi.

"beni o cadı kulesinden ikinci kaçırışın. yine aynı yerdeyiz."

merdiveni çıkarken buranın bir kaç yıl içerisinde ne kadar değiştiğini fark ettim. "tek fark artık çocuk değiliz ve bu sefer hazırlıklıyız."

tahta kapıya takılı kilidi açıp bedenlerimizi içeriye sürükledi. içeriye göz gezdirirken dışarısıyla olan abesliğine gülmeden edemedim.

"ağaçların arasında yapılmış bir eve göre içerisi fazla modern değil mi sence de? ayrıca yıllar önce, burası bu kadar büyük değildi."

anlamadığım bir şeylerle uğraşırken "ne zaman kaçmak istesem buraya geliyordum. amerikaydaken bile. o yüzden bir tadilatın iyi geleceğini düşünmüştüm."

koltuğa oturup yumuşaklığının sırtımı rahatlatmasına izin verirken "tadilat mı? yeni bir ev inşa etmişsiniz." dedim.

yanıma gelip oturduğunda bir süre sessiz kaldık. ne düşündüğünü merak ettim.

"kızlar yanına gitmeden önce eşyalarını toplamışlar. yan odada. sıcak suda var. duş al ve kendine gel biraz. yorulmuşsundur."

sessizliğimi korudum. ne kalktım. ne bir şey dedim. oturdum biraz öylece.

"korkuyorum. çok fazla korkuyorum, Jongin."

"endişelerini anlayabiliyorum."

koltuğun sırtına yasladığım boynumu kaldırıp ona döndüm. "endişelerim senin hakkında."

yaptığımı tekrarlayıp benden yana döndü ve avucunu yanağıma yasladı. "sana boşa endişeleniyorsun demeyeceğim. ikimiz de o adamı tanıyoruz. buna rağmen sınırlarını, nerede duracağını kestiremiyoruz. bu beni de korkutuyor. yine de sana zarar vermeyeceğinden eminim. göstermediği, göstermek istemediği bir zaafı vardı sana karşı."

gözlerimi yere indirdim. "psikolojik şiddet. yıllardır yaptığı buydu. ve bunu yaparken hep çevremdekileri kullandı. bu yüzden korkuyorum işte. ya size..." duraksadım. yutkundum ve yanan gözlerimi kırptım bir kaç kere. "ya sana bir şey yaparsa?"

"bana güveniyor musun?"

sorduğum soruyla alakasız bir soru yöneltti. ardından duraksayıp başını iki yana salladı. "bu olmadı. jennie, bana, bize inanıyor musun?"

"seni seviyorum." diye fısıldadım. yanağımdan bir yaş düşüp elini ıslatırken derin bir nefes aldım. "en çok sana inanıyorum. sana, bize. bu yüzden hala seni seviyorum. bu yüzden bu kadar endişeleniyorum."

yüzündeki tebessümüyle akan bir kaç damlayı temizledi. "söz verdik ya?"

"ölsek bile.." diye fısıldadım. benim ardımdan tekrarladı. "ölsek bile, jennie."

o günün gecedinde, yıllardır hasret kaldığım dudakları dudaklarıma kenetlenmeden hemen önce aynı anda tamaladık cümlemizi.

"birlikte ölürüz."

flower garden || jenkaiWhere stories live. Discover now