chess ✦ first and last

240 20 8
                                    

sailothesnail ve totobio'ya ithafen.

Güzel çiçekler ve mis kokular yayan ağaçların gökyüzüne uzandığı küçük bir dünya hayal edin. Yeşillikler tüm diyarı kaplıyor, onları kapatmaya yarayan o betondan yapılma yapılar asla ama asla bulunmuyordu.  Buranın sakinleri çadırlarda yaşarlardı. Güzel yeryüzlerinin kirlenmesini istemezlerdi çünkü. Kuşlar gökyüzünün tek sahibi, o hava kirliliğine sebep olan uçaklar, fabrikalar yok. Hayvanlar ise karada bu dünyanın sakinleri ile uyum içinde yaşarlardı. Hatta bu ülkenin çocukları küçük yaşlarda bir hayvanla tanıştırılır, onunla aralarında bir bağ kuran miniklerini izlerlerdi anne ve babalar. Huzur ve mutluluğun sanki kelebeklerin kanat çırpışı gibi sürekli yapılması gereken  eylemlerden olduğu güzel bir dünyaydı burası. Çocukların neşe dolu çığlıkları çoğu sesi bastırıyor, onları izleyen yetişkinlerin ise küçük kıkırtılarının yüzlerinde kocaman gülümsemelere yol açmasına sebep oluyordu. Halk çok mutluydu, çünkü onları seven, her ihtiyaçlarına kendi sorunuymuş gibi bakan bir kralları ve bu krala her zaman yardım eden iyi kalpli vezirleri var, evet hâlâ böyle yöneticilere sahipler ama hiçbir şey eskisi gibi değil bu zamanlarda... Savaş nedir bilinmezdi bu dünyada eskiden. Sadece iki farklı krallık bulunurdu ve bu ikilinin arasındaki tüm ilişkiler çok iyi bir şekilde ilerlerdi. Ama neden bilinmez iki kral da halklarının birleşmesini istemezdi. Belki de tahtlarını kaybetme korkusudur bu, çok da bilinmez. Ama bilirsiniz ki her güzel şeyin bir sonu vardır ve insanlar çoğu şeyi mahfetmeyi çok sever. Birinin yüzünde bulunan gülümsemeyi yok etmek neden onlara mutluluk verir ki? Sıcacık kalplerin buz kesip yavaşça soğumaya başlaması, yumuşak bir ifadeye sahip suratın kanla kaplanması neden güzel bir şey olarak görülür? Size bir dünyadan bahsettim, oranının neresi olduğunu da söyleyeyim. Bir satranç tahtası getirin gözünüzün önüne. Her iki taraf için de 16, toplamda ise 32 olmak üzere iki farklı renk taşlara ev sahipliği yapar. Sanki iki krallığın savaş alanı gibidir maçların yapıldığı bu farklı malzemeler kullanılarak yapılan tahta. Biz onların gerçek şekillerini görmekten aciz olsak da o taşların hepsi aslında bir insan, ruhu olan bir canlıdır. Biz onların mutluluğunu bozduk, onları zorla savaşa soktuk. Savaş nedir bilmeyen yüreklere acı ve korkuyu yaşattık. İlk zamanlarda her maç esnasında kral kendi halkından birilerini kaybetmeden maçın bittiğini göremiyordu. Çünkü insanlar çok acemiydi bu oyunda. Özellikle oynayan çocuklar sadece taşların birbirini yemesiyle ilgilenir, geri kalan hiçbir şey umurlarında olmazdı. Eski kral kendi hayatından önemli olan halkının acı çekişini gözlerinde yaşlarla izliyordu. Veziri kendisini sakinleştirmeye çalışıyor ama tabiki de bu hiçbir işe yaramıyordu. Çok önemsediği vezirinin de öldüğünü görmeye zorlandı. Acısız bir savaş göremeden de öldü zaten. Aklınızda bir şah nasıl ölebilir ki diye bir soru oluşmuş olabilir. Açıklamak gerekirse iki kelimeyle açıklayabiliriz. Şah ve mat... Şahın ölmek için illaki tahtadan ayrılmasına gerek yoktur, mat kelimesi bizim ağzımızdan çıktığı anda kalp krizi geçirerek ölürler. Onları koyduğumuz kutu kendi krallıklarına açılan bir portal gibidir. Savaşın sonunda yaralılar iyileştirilmeye çalışılır - çoğunlukla iyileşme gerçekleşmezdi- ölüler toprağı süslerdi. İki krallık da bu durumdan asla memnun değildi, askerler birbirlerinin boğazını keserken gözlerinden akan yaşlar zemini ıslatır, bazen küçük çiçekler yetiştirirdi o tuzlu su. Her taşın ölümünden sonra yerine yeni, aynı görevi yapmaya yarayacak kişiler getirilirdi. Yas tutmaya bile doğru düzgün zaman bulamayan bu halk saniyeler geçmeden yeni bir maça girerdi. Halk zamanında krallarına veya kraliçelerine çok defa isyan etmişti kaybettikleri, sevdiklerini geri getiremedikleri için. Güçsüzlerdi ve onların güçsüzlüğü daha çok ceset demekti. Neden insanlara isyan edemiyorlardı, neden tanrı onlara bu saçmalığı bitirmek için küçük de olsa bir güç vermiyordu? Yoksa kendilerini ezik mi görüyordu? Ne yani, kendilerini yaratan da oydu, neden kendilerinden daha güçlü oldukları için farklı yaratıklara boyun eğmek durumunda kalıyorlardı? Ne olursa olsun halk yine yöneticilerine isyan ediyor olsa da saygı duymaya ve bazılarını sevmeye bile devam ediyordu. Çünkü onlar suçsuzdu, aynı kendileri gibi... Şu an tahta olan kral Kenma Kozume gibi. Elinden hiçbir şey gelmiyor oluşuna rağmen sevilen bir yöneticiydi kendisi. Sarı saçlarına eklenmiş siyah tutamlar tam tacın olması gereken yerde bulunuyor, onu doğuştan kral yapıyordu. Yıldızları bile kıskandırma gücüne sahip sarı parlak gözleri ise insanın içini donduran bakışlara sahipti. Ama yine de içinde sevgi saklıydı. Sadece saklıydı işte... Kimseye göstermek istemiyordu çünkü er ya da geç ölümlerini görecekti. Birkaç savaştır bu krallığın başındaydı ve şu an bu olaylar başladıktan sonra en uzun süre yaşayabilen kral olarak tarihe adını yazdırmıştı. Eğer kendi ordusunu kendi yönetebiliyor olsaydı kimse ölmezdi. Çünkü çok zeki bir insandı, her hamleyi başından beri tahmin eder, ona uygun çözümler sunar, insanların içlerinde sakladıklarını görebilirdi. Yine de asla yönetici olmayı istememişti bu genç oğlan. Eğer bir piyon olsaydı hızlı, kimsenin acısını görmediği huzurlu bir ölüm yaşayabilirdi. Her gece bir şey olacak korkusuyla uyuyamaz duruma gelmez, gözyaşlarını yastığın beyaz kumaşına sessiz bir ritimle akıtmak zorunda kalmazdı. Sessizce ağlardı çünkü kendisi yıkılırsa tüm insanları için büyük bir moral çöküşü olurdu bu. Zaten ne kadar moralleri kalmıştı ki? Şu an yaşayan en yaşlı insanlar 12 maçtır hayatta olan kendisi ve 10 maçtır ölümle kaç kere yüzleşmiş olmasına rağmen her aldığı yaradan sonra yaşamayı sürdürebilen veziriydi, adıyla seslenmek gerekirse Kuroo Tetsurou. Geri kalan herkes en fazla 2 maçtır hayatta bulunmayı başarabilmişlerdi. Bunun nedeni aslında çok belliydi. Çünkü onlar sadece yemdi insanların gözünde. Oysa vezir giderse maç sıkıntıya girer, şah ölürse direkmen oyun biterdi. Karşıdakinin duyguları önemli değildi çünkü canlı olduklarını bile bilmeyen birileri vardı kendilerini oynatmak için.  Kenma için ise hayatta yanında rahat olabildiği en azından hâlâ yaşamaya devam etmeyi başarabildiği için az da olsa açıldığı tek kişi kendisine uyumadan önce, geceleri rahatlatmak amacıyla ninniler söyleyen bu siyah saçlı oğlandı. Ela gözlerine her baktığında aynı kendisinin yapabildiği gibi tüm düşüncelerini okuyabiliyor olduğuna inanırdı. Çünkü bu gözler sarılarıyla buluştuğu anda parıldar, tüm duygularını küçük bir duvarın arkasına gömerdi. Bu yüzden onun gözlerinin arkasındakini görmeye gücü yetmezdi. Her gün kendisini korumak için önüne atılan bu insan içindeki suçluluk duygusunu daha da yükseltiyordu. Neden tek korunan kişi kendisiydi? Yaşaması gereken tek insan değildi ki. Çocukları, bakması gerekenleri olanlar ona değer biçilen kıymetli can için kendininkileri feda etmelerini görmek istemiyordu. İnsanlardan nefret ediyordu. Kendisine, halkına, anne ve babasına bunları yaşatanlardan nefret ediyordu. Her gece Kuroo'nun saçlarını okşayarak ninni söyleyen, uyuması için uğraşan sesi hayatta ihtiyacı olan tek şeydi. Yumuşak, bazen detone olup kalınlaşarak kulaklarını kapatma ihtiyacı yaratacak ses kendisini çok güldürüyordu. Onun gülüşünü gören ela gözler saçlarını okşuyor, alnına yanaklarına ya da bulduğu diğer kısımlara nacizane öpücükler konduruyordu. Onun bir süre sonra uykuya dalıp kapanan gözleriyle ancak kendi gözlerini kapatma gücünü buluyordu. Çünkü biliyordu eğer ondan önce elalarını kapatmış olsa asla affedilmezdi. Hayal etti bir an eğer ölmüş olsaydı kendisine iğrenerek bakacak olan sarı gözleri. Üzülecekti, göz yaşlarını dışarıya vuracaktı ama nefreti de dışarıya vuracaktı. Mezarının önünde duracak, kendisinden ne kadar nefret ettiğini kızaran gözleriyle anlatacaktı. Bağıracaktı, çığlıklar atacaktı ve kendini tamamen içine gömecek bir daha asla suratına bir gülümseme koymayacaktı. O karanlık gecede uyuyan oğlanın saçlarını okşadı her gün yaptığı gibi. Yumuşaklığı elinin içinde hoş bir his oluşmasına, suratında oluşan ifade ise kalbinin hızlıca çarpmasına sebebiyet veriyordu. Uyuduğundan emin olduktan sonra kafasını onun yatağının ucuna koydu. Bu şekilde en azından kendisi de birkaç saat için olsa da uyuyabilecekti. Yani en azından ümidi o yöndeydi. Tabi ki hayat bizimle dalga geçmeyi çok sever. Tam uyuyacakken çağrılıp tahtaya dizildiğini hissetti. Birinin sizi bedeninizden tutup bir yere sabitlemesi biraz garip bir his aslında. Kenma'nın da huzurlu uykusundan uyandığını görünce sinirle dişlerini sıktı. Neden onun uyanık olduğu bir saati bekleyemezlerdi ki? Hangi insan gecenin dördünde satranç oynardı? Bu insanlar deli diye geçirmeden edemedi içinden. Eğer elinde olan bir şey olsaydı yumruklarını, kılıçlarını hepsinin üzerinde kullanır; kendilerine yaşatılan acıyı hatta onun daha fazlasını çekmelerini sağlardı. Ama zayıftı... Kafasını tam kalbinin olduğu, sol tarafa doğru döndürdü. Gözlerini kapatmış tanrıya yalvaran minik bedene kimse görmeden küçük bir öpücük kondurdu. Yanağını tutup kendisine önce kızarık yanaklarla, sonra çatılan kaşlarla baktı, en son ise küçük bir gülümseme bahşetti aciz ruhuna. Aldığı gülümsemenin huzuruyla tahtayı inceledi. Tabiki de uzun bir süredir tanıdık kimse yoktu. Kendisine bakan askerlere iyi olacaklarını söylemek istedi ama ağzından hiçbir kelime çıkmadı. Takılmış gibiydi, kötü bir şey olacağını hissediyordu. Vücudu titremeye bile başlamıştı. Neden böyle hissediyordu, ne oluyordu kendisine? Kaç seferdir hissetmediği bu duygunun sonucunda kalbinin ağrıdığını, nefeslerini sıklaşmaya başladığını anladı. Gözleri dolacak gibiydi. Ağlayacak mıydı?..

chess ✦ kurokenWhere stories live. Discover now