BÖLÜM - 2 - ÇOCUKLUĞUM

1.9K 25 17
                                    

7 Eylül 1981 Kastamonu'nun bir köyünde, anneannemin ellerinde dünyaya gözlerimi açmıştım. Beynimle bedenimin birbiri ile olan savaşı işte o sabah başlamıştı. İçimdeki kız o gecenin sabahında bana ''Merhaba!'' dedi. Acaba hangisi yabancıydı? Hangisi gerçek bendim? İçimdeki cıvıldayan kız mı? Yoksa ''Sen yarı erkeksin,'' diye bağıran bedenim mi? Altı yaşına geldiğimde anladım ki o küçük kız ve ben bir hayat boyu birlikte ağlayacak, birlikte gülecek birlikte büyüyecek ve birlikte savaşacaktık...

      Ormanın tam ortasında iki katlı ahşap ve tuğladan yapılan köy evinde yedi kişilik bir ailede yetişiyordum. Ölen büyük kardeşlerimin dışında, iki ablam bir ağabeyim ve kız kardeşim vardı. Ben yedinci çocuktum. Altı yaşına geldiğimde babam beni ablamlarla okula gönderdi. Öğretmen yazımı çok beğendiği için o gün okul hayatım başlamıştı. Köyümüze kışları çok fazla kar yağıyordu. Evin saçağından upuzun sopa gibi aşağıya uzanan buzlar olurdu. O buzları babam kafamıza düşmesin diye kırarak temizlerdi. Annemin üst kata astığı çamaşırlar buz tutup dayak gibi kururdu. Okula gitmek için köyün babaları toplanıp yoldaki karları açarlardı biz anca öyle okula gidebilirdik... Öğretmenden yazımdan dolayı hep aferin alıyordum. Teneffüslerde ise erkeklerin oynadığı futbollara katılmıyor, çoğu zaman kıyıda köşede yalnız takılıyordum. Ya da kızlarla sek sek oynuyor ip atlıyordum. Erkek çocuklar beni kızlarla görünce, ''Kızların içinde kızılcık bebek,'' diye alay ediyorlardı. Beni köşe başlarında sıkıştırıp, ''Sen kız mısın?'' diye sürekli taciz ediyorlardı. Benim ise gözüm hep rüyamda sarılıp âşık olduğum çocuğun üzerindeydi. Aynı sırada yan yana otursak da teneffüslerde de hep ona yakın olmak istiyordum. Fakat o yanıma gelince de kıpkırmızı kızarıyordum...

Yedi yaşına geldiğimde kendimdeki farklılıktan artık tamamen emin olmuştum. Fakat kafamı karıştıran bir sürü şey vardı. Eğer ben Kız'sam neden komşu kızları ve kız kardeşimle aynı değildim? Okuldaki diğer erkek çocuklarına bakıyordum hiç birisi de benim gibi değildi. Hepsi futbol oynuyor, küfredip dövüş yapıyor erkeksi davranıyorlardı. Benim gibi olan başka hiç kimse yoktu. Bu durumda ben neydim? Galiba bu dünyada böyle farklı olan bir tek benim diye düşünüyordum. Artık her gece yatağa girdiğimde Allaha yalvararak dua edecektim. ''Allah'ım ne olursun sabah uyandığımda tamamen kız olmuş olayım.'' Sabah uyanır uyanmaz önce saçlarıma sonra önüme bakıyordum. Fakat hiçbir şey değişmiyordu. Ben hep aynı bendim! Bazen rüyamda saçlarım uzamış tamamen kız oluyordum. Rüyam o kadar gerçekçi oluyordu ki saçlarımı sağa sola savurarak gülümsüyordum. Uyandığımda ise yine beni hayal kırıklığı bekliyor olurdu.

Hatırlamasam da ben iki yaşındayken köye elektrik gelmişti. Fakat çoğu zaman hep kesikti. O sebepten derslerimi gaz lambası ışığı eşliğinde yapıyordum. Sekiz yaşına geldiğimde babam siyah beyaz bir televizyon aldı. Artık TV izlemek için komşuya gitmeyecektik. Babam TV'yi kurduğunda ilk izlediğimiz film 'Ezo gelin' olmuştu. Okul dönüşleri dizi olarak ilk izlediğim, yabancı, 'Kirli yüz' dizisi vardı. O diziyi, başlangıç müziğini ve şarkısının anlamını bilmesem de çok seviyordum. Oradaki kızı hep kendi yerime koyarak izliyordum. Oyuncaklarım ise hep bebeklerdi. Hiç araba tabanca gibi oyuncaklara hevesim olmuyordu. Bazen annemin kıyafetlerini giyiyordum. Komşu beni fark edip anneme sorduğunda, ''O daha çocuk heves yapıyor büyünce geçer,'' diyordu. Dokuz yaşına geldiğimde annem ailemize yeni katılan erkek kardeşimi doğurdu. Kız kardeşimle, kafamıza çektiğimiz battaniyenin altındaki delikten izlemiştik kardeşimin doğumunu. Oda aynı benim gibi anneannemin eline doğmuştu... Bir süre sonra, önce dedemi sonra anneannemi kaybetmiştik. Daha çok annem olmak üzere çok üzücü günler geçiriyorduk. Evde uzun süre yas havası sürmüştü.

Bazen evde bir şeylere kızıp saklanıp kaybolurdum. Kimi zaman kapı arkalarına kimi zaman yatak altlarına saklanırdım. Bu kaybolma oyununu çok severdim. Yine bir gün bir şeylere kızmış, annemlerin yattığı eski tip yaylı karyolanın altına girip saklanmıştım. Pembe renkli, delikli plastik olan içi kirli çamaşırlarla dolu bir sepet vardı. Onun arkasında en dipte dizlerimi karnıma çekmiş kıvrılmış bir şekilde yattım. Kaybolduğumu çok geçmeden fark edip annem beni aramaya başlamıştı. Beni her yerde arıyor arada bana sesleniyor ama beni bulamıyordu. ''Ne dediniz bu çocuğa yine kayboldu!'' diye sesi geliyordu. En son benim olduğum yatağın altına da baktı ama beni sepetin arkasında göremedi. Biraz daha saklanıp çıkacaktım... Sonra onların beni arama konuşmaları eşliğinde uyuya kalmışım. Burnuma gelen patates kızartması kokusu ile uyandım. Sanki annem ben ortaya çıkayım diye yapmıştı kızartmayı. Kokuyu duydukça karnım daha da çok acıkıyordu. Akşam olmuş hava iyice kararmıştı. İçimden Eyvah dedim. İlk defa bu kadar uzun kaybolmuş saatlerdir ortalıkta yoktum. Hemen inimden yavaş yavaş çıktım. Annem beni görür görmez şaşkınlıkla, ''Neredesin bakalım sen!'' dedi. ''Yine yüreğimizi ağzımıza getirdin, senin derdin ne?'' diyerek sinirle beni bir güzel tokatlamıştı... Belki de ileride kaybolacağımın antrenmanını yapıyordum ve şimdiden alıştırıp yaşatıyordum onlara...

Evde kimsenin olmadığı güneşli bir günde evimizin önündeki bostanda mısırların içinde dolanıyordum. Boyumdan epey büyük olan mısır saplarının içinde kaybolmuştum. Mısırların rengarenk saçları aklımı başımdan almışlardı. Tıpkı hayalini kurduğum gerçek saçlara benziyorlardı. Yumuşacık pürüzsüz kokulu mısır püskülünü okşarken gözlerim uzaklara dalmıştı. Keşke benim saçlarımda böyle uzun olsa diye düşünüyordum. O an aklıma parlak bir fikir geldi. Henüz kurumamış taze mısır püsküllerinden toplamaya başladım. Sarı, kızıl, kahverengi her renginden topluyordum. Annemler anlamasın diye aralıklarla koparıyordum. Sonra eve geçip annemin kazak ördüğü ipi aldım. Kafama göre ölçüp ipten çember yaptım. İpin etrafına buket halinde mısır püsküllerinden bağlayıp kendime saç yaptım. Önce annemin içi naftalin kokan ahşap sandığından gelinliğini alıp giydim. Sonra yaptığım saçı kafama geçirdim. Kendi saçımmış gibi sallıyor evin içinde bir oyana bir bu yana neşe ile dönüp duruyordum. İyice hevesimi aldıktan sonra kimse gelmeden gelinliği çıkarıp sandığa koydum. Saçımı da kimsenin görmeyeceği bir yere sakladım.

Çocuklardan duyduğum bir söylenti vardı. Eğer gökkuşağının altından geçerseniz cinsiyetiniz değişiyor diyorlardı. Annem ''Yine elim sağ çıkmış,'' dediğinde önce camdan nerede çıktığına bakıyordum. Eğer yakın gibiyse apar topar evden çıkıp evin üstündeki araba yolundan koşarak Gökkuşağını yakalamaya çalışıyorum. Koşuyor koşuyor fakat bir türlü yakalayamıyordum. Her seferinde yorulmuş ve hayal kırıklığıyla eve dönüyordum.

Babam fazla gülmeyen, adaletli, sabırlı bazen de sinirli bir adamdı. Onun bir bakışı ile biz ondan korkar hemen köşemize çekilirdik. Babamdan sadece bir kere dayak yedim. Onun dışında beni hiç dövmedi, bana karşı hep şefkatliydi. Babam inşaatta çalışıyor, ayriyeten arılarına bakıp bal satarak bizi geçindiriyordu. Annem ise tam Karadeniz kadınıydı. Neşeli, konuşkan babamın tam tersiydi. Annemden de bir iki tokat yemenin dışında hiç dayak yememiştim. Annem ev hanımlığının dışında köylü kadınlarına elbise dikiyor; bir de köy kilimi dokuyarak eve destek oluyordu. Evdeki ses genelde annemin odanın bir köşesindeki elektriksiz çalışan makinede dikiş dikerken çıkardığı ses; ya da bir odayı boydan boya kaplamış kilim dokuma tezgahında çaput kilimi dokurken çıkardığı ses olurdu. Biz küçükler ise, rengârenk olan giyilmeyen elbiseleri ince ince kesip mekiklere sararak anneme destek olurduk. Ağabeyim çok fazla bizimle durmamış İstanbul'a çalışmaya gitmişti. Ablamlar dağdaki işlerle ve sığırlarla ilgileniyor biz küçükler bazen onlarla gidiyor çoğu zaman evde zaman geçiriyorduk.

Ağabeyim İstanbul'dan gelirken bana açık kahverengi kısa kollu gömlek ve kumaş pantolonunda olduğu bir takım hediye getirmişti. Kıyafetlerimi giymiş o kadar çok sevinmiştim ki -erkeksi bulsam da- neredeyse yatarken bile çıkarmamıştım. Birde Sezen Aksu'nun kasetini getirmişti. Okul sonlarına doğru şarkı söyleme yarışması yapılmıştı. Ben o sevdiğim kasetten eğlenceli hareketli olan şarkıyı seçmek yerine, en duygusal en ağır şarkıyı seçip söylemiştim. 'Ben sana tutsak sen bana yasak, gel günahlarla korkularla gel.' Okulum bitmişti. Artık ben sığır çobanı olmuştum. Çobanlığın dışında çok sevdiğim huzur bulduğum babamla birçok yere gidiyorduk. Pek bir işe yaramasam da babam onunla gitmememe bir şey demiyordu. Evin alt tarafındaki ormanın içinden akan çayın kenarında küçük bir kulübenin içinde su değirmeni vardı. Köylüler değirmeni ortak kullanıyordu. Sıra bize geldiğinde babamla gidiyor birkaç gece değirmende kalıyor, un kokusu ile uykuya dalıyordum. Sabah ise babamın yaptığı kömecin (sebzeli ekmek) kokusu ile ve değirmenin gürültülü bir şekilde Tik tak sesi ile uyanıyordum. Sonra öğütülen unları eşeğimize yükleyip; ormanın içinden yılan gibi kıvrılarak yukarıya doğru çıkan patika yoldan eve gidiyorduk... Dağ, taş, çobanlık derken zaman ilerlemişti. Ve sonra nihayet hep istediğim olmuş; İstanbul'a taşınmaya karar vermiştik.

bir transseksuelin hikayesi icimdeki kizHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin