UYUM ZORLUĞU...

8 3 2
                                    


Avusturya'dan temelli dönüşümüzle birlikte ben de yavaş yavaş çocukluğumdan sıyrıldığımı hissediyordum. Hayat bir oyun alanı olmaktan çıkmıştı benim için, gerçeklerle boğuşurken erkenden olgunlaşmak mecburiyetinde kalmıştım. Zordu yaşamak, hem de her açıdan. Çocuk olmak mümkün değildi artık benim için.

Türkçem bozuktu. Türkçeyi anlayabiliyor ancak zorlukla konuşabiliyordum. Okumamsa imkânsızdı çünkü alfabemizdeki bir kısım harflere tamamıyla yabancıydım. Kelimeler başlı başına aşılması gereken birer engel gibiydi. Evimizin bulunduğu dik yokuşun bitiminde bir okul vardı. Adaptasyonumun zorluğundan çekinen babam, eve en yakın okulun en iyi seçim olacağını düşünmüştü. Özellikle Ferman teyzeme çok güveniyor ve onun bana her an ulaşabileceği mesafede olmamı istiyordu.

Okul Avusturya'dakinden çok farklıydı. Daha kalabalıktık, aşağı yukarı 45 çocuk vardı sınıfta. Nihal öğretmen orta yaşlı, sevecen bir kadındı. Tipik bir mürebbiyeyi andırıyordu. Oldukça klasik ve sıkıcı bir görüntüsü vardı. Gri saçlarını ensesinde sımsıkı topuzla topluyor ve her gün lacivert ya da siyah tayyörlerle derse geliyordu. Avusturya'daki enerjik öğretmenlerimden her bakımdan farklıydı.

Bocalıyordum. Yeni hayatımın hangi tarafından ne şekilde tutacağımı bilemez haldeydim. Hayatımdaki radikal değişiklerin hiçbiri benim seçimim değildi ve her birinden nefret ediyordum.

Avusturya'yı, okulun yakınındaki kilisenin oradaki fırını öylesine özlüyordum ki! Ait olmadığım bir hayata uyum süreci babamın sandığının aksine son derece sancılı bir biçimde cereyan ediyordu benim için. İç dünyam, hayatımın hangi cephesinde savaşacağını şaşırmış, allak bullak olmuştu.

Nihal öğretmen beni daha ilk günden himayesine almıştı. Dersi gözümün içine bakarak anlatıyor, kelimeleri yavaş ve anlaşılır şekilde söylemeye özen gösteriyordu. Ancak "çadır", "savaş", "ok" ya da "süvari" gibi sözcükleri dahi anlamayan bir çocuğa tarih dersini anlatmak neredeyse imkânsızdı!

Çocukların teneffüslerde oynadıkları oyunlar da bambaşkaydı. Saklambaç oynamanın tadı dahi yavanlaşmıştı benim için. Her yer beton yığınıydı, saklanacak yer yoktu. Gözlerim sürekli Avusturya'dan alışkın olduğum yeşili arıyordu.

Okuldaki çocuklarla arkadaşlık kurmam mümkün değildi, aynı türe ait değildik çünkü. Ben kelimenin tam anlamıyla bir uzaylı gibi hissediyordum kendimi; dilim, şeklim, kişiliğim onlarınkiyle uyuşmuyordu. Oturtulmaya çalıştığım şablona uygun değildim, üstelik istemiyordum da! Üzerimdeki baskı arttıkça içimde açılan yaralar iyice derinleşiyordu.

Zamanla kendimi soyutladım okuldaki çocuklardan ve kendime bir hayal dünyası kurdum. Dersleri anlamadığımdan takip edemiyor, öylece oturuyordum. Büyük bir keşif yapmıştım; bedenim sınıfta olsa da ruhum kanat takıp istediği yere gidebiliyordu. Elimden çocukluğumu almışlardı ama ruhumun özgürlüğünü kaptırmak gibi bir niyetim yoktu.

Şartlar yaşantımızın bu şekilde gelişmesine neden olmuştu, bunu anlayabiliyordum. Ama babamın gücü dahi olayların seyrini değiştirmeye ve beni mutlu etmeye yetmiyordu.

Tüm bunları idrak ve kabul edişim kurtuluşum oldu bir nevi. O yıllarda rol yapmayı ve iç dünyamı insanlara yansıtmamayı öğrendim. Ferman teyzem ve babam dışında herkes bana yabancıydı, onların dışındakilere kapatmıştım kendimi. Yüreğimin derinliklerine işleyen acıya çare olacak hiç kimse ya da hiçbir şey olamazdı, bunu biliyordum artık.

İçime döndüm... Kendime ait dünyamda her şey pembeydi benim için. Burası bana aitti, kimsenin bu büyülü âleme girmesine ya da çıkmasına izin vermiyordum. Elimde kalan bu en değerli hazinemin keşfedilmemesi için yüzüme taktığım mutluluk maskesini tüm yaşantım boyunca çıkartmadım. Acılarımı yüreğime gömdüm, onlardan kendi başıma kurtulmaya çalıştım. Hayat denen mücadeleyi ancak tek başıma kazanılabileceğimi anlamıştım çocukluğuma ait o yıllarda.

MÜCEVHER GÖZLÜ ANKAWhere stories live. Discover now