BÖLÜM 44 │ "GALİBİYET"

5.2K 182 8
                                    

Tuğra, "Gidelim." dedi ve geriye doğru çekilip elimi kavradı. Kafamı kaldırıp yüzüne baktım ama benden tarafa bakmıyordu. Hiçbir şey söylemeden başımı yere doğru eğdim ve beni yönlendirmesine izin verdim.

Arabaya Tuğra'yla binmek garip gelmişti. Motorsikleti olduğu için onu direksiyon başında çok nadir görebiliyordum. Araba, eski model bir lacivert Mustang'ti. "Araba kimin?" diye sordum kemerimi takarken. Direksiyonu kavradıktan sonra, "Benim." dedi. Şaşırmıştım ama bunun yüzüme yansımamasını umuyordum. Bakışlarını bana çevirdiği sırada surat ifademin onu güldürdüğünü gördüm. "Gerçekten mi?" diye üsteledim. Başını sallamış olmasına rağmen bununla yetinmedim. "Ama seni hiç..." diye başladığım cümlemi yarıda kesti ve "O zamanlar motorsiklet tercihimdi. Artık bu." dedi. Konuyu kestirip atmaya çalıştığını görebiliyordum. Bu tarz şeyleri konuşmaktan hoşlanmadığını, bu zamana kadar bu arabayı görmememden bile çok iyi anlıyordum. Benim klasik bir arabam olsaydı, uyumak için bile evime gitmezdim. Ama onun için durum daha farklıydı. Devlet okulunda okuyorduk ama, Tuğra bir cezanın bedeli olarak buraya gelmişti. Arada sırada, Onur Tuğra'yı bu hikayeyi anlatmakla tehdit etse de henüz ne olduğunu bilmiyordum.

"Seni bize götüreceğim." dedi. Nedenini sormak için ağzımı açtığım sırada, bir anlığına bakışlarını yoldan ayırarak beni süzdü ve "Bu halde eve gidemezsin. Seher'le de durumlar iyi olmadığına göre başka çaremiz yok." dedi. Tuğra'nın evine falan gitmek istemiyordum. Bu kadarı benim için çok fazlaydı. Yalnız kalıp olanı biteni düşünmeye ve ne yapacağıma karar vermeye ihtiyacım vardı. Tuğra'nın damarına basmak için, "Rana'yı evine bıraktın mı?" diye sordum. Karanlık arabanın içerisinde, şehir ışıklarının altında çok net görebileceğim bir şekilde gözlerini devirdi. "Bu konuyu neden bu kadar büyüttüğünü anlamıyorum. Gerçeklik payı yok." dedi. Yönümü rahatça ona çevirebilmek için kemerimi çözdüm ve sola doğru döndükten sonra ayakkabılarımı da çıkararak dizlerimi karnıma doğru çektim. "Ne olursa olsun. İçime hiç sinmiyor." dedim. İç geçirdikten sonra, "Bu iş gerçekten çok uzadı ve başka çaremiz kalmadı." dedi. Böyle söylemesiyle beni kendi evine götürdüğünü anımsadım. Kendimden emin olduğumu anlaması için yüksek bir ses tonuyla, "Beni evine götürmeni istemiyorum." dedim. Sabır dilenir gibi yukarıya doğru baktıktan sonra, "Çok konuşuyorsun, Ada. Başka bir alternatif olsaydı emin ol uygulardım." dedi. Sınırlarımı zorladığımın ve gittikçe sinirlendiğinin farkındaydım ama geri adım atmayacaktım. Bir anlığına düşünemedim ve oturduğum koltuğa dizlerimin üzerinde çıktım. "Napıyorsun?" diye söylendiği sırada eğildim ve ellerimle direksiyona müdahele ettim. Elbisemin dekolte kısmının kabak gibi gözlerinin önüne serileceğini hesaba katmamıştım ama geri çekilemezdim. "Bunların hepsi ne kadar sarhoş olduğunun belirtisi. Şu an hiç iyi bir şey yapmıyorsun." dedi ama söylediklerini umursamıyordum. Sıkı bir şekilde kavradığı direksiyonun üzerinde benimde ellerim vardı ve yönünü değiştirmeye çalışıyordum. "İyi bir şey yapmıyorsam ne olacak? En fazla ölürüz." dedim. Şu anda bulunduğum pozisyon hiçbir açıdan rahat değildi ama geri adım atamazdım. "Benim bulunduğum açıdan bakıp aklımdan geçenleri bilseydin ölmek az gelirdi." diye söylendi. Tam olarak ne dediğini anlayamadığım için "Ne?" diye sordum. Türkçeyi bağırarak konuşunca, karşıdaki turistin anlayacağını zanneden adamlar gibi, "Diyorumki, çekilmezsen kaza yapacağız. Tek fark hava yastıkları olacak." dedi. Söylediği cümlenin şokuyla anında geriye doğru çekildim ve beş karış açık ağzımla ona baktım. Hala dizlerimin üzerinde durduğum için ona tepeden bakıyordum. Bariz bir şekilde güldükten sonra, "Gördün mü? Hemen sözüme geliyorsun." dedi. Vücudumdaki bütün kanın yanaklarıma hücum ettiğini ve kıpkırmızı olduğumu hissedebiliyordum. Hiçbir şey söylemeden olduğum yere tekrar çöktüm. Yine de kolay kolay pes etmeyecektim. "Ben çok ciddiyim Tuğra. Gitmek istemiyorum." diye huysuzlandım. Ciddi olup olmadığımı anlamak için yüzüme kısa bir an baktı. Tek elini saçlarının arasına geçirdikten sonra, "Pekala. Nerede kalacaksın? Otelde mi?" diye sordu. Bir süreliğine boş boş dışarıya baktım ve "Meriç'e götürsen olmaz mı?" diye sordum. Kaşlarını çatmasına rağmen suratına alaycı bir ifade yayılmıştı. "Ne? Meriç mi dedin?" diye sordu. Olmaz dememesini bir umut ışığı olarak gördüm ve başımı sallayarak, "Evet! Neden olmasın? Orada bana hiçbir şey olmaz." dedim. "Bu durumda senin için değil, Meriç için endişeleniyorum. Kızı uykusunda boğarsan diye." dedi. Ellerimi göğüs hizzamda birleştirdim ve "Ben Meriç'i seviyorum bir kere. Çok iyi birisi." dedim. İçinden gelen bir kahkaha patlattıktan sonra, "Beni Meriç'in doğum gününe mi getirdin Tuğra? Meriç'e hediye mi aldın Tuğra?" demeye başladı. Lanet olsun. Yine taklidimi yapıyordu. "Ağzımı mezeleme!" diye bağırdım ve bacağına hızlı bir şekilde vurdum. Yüzündeki neşesini kaybetmeden, "Tamam, lanet olsun. Meriç'lere götürüyorum." dedi. Kazandığım zaferin edasıyla omzumdaki saçlarımı geriye doğru attım ve koltuğuma daha çok yayıldım.

SERT KARANLIKOù les histoires vivent. Découvrez maintenant