Episode 1: First Kiss

1K 94 82
                                    

"I'll never be good enough, you make me wanna die, and everything you love, will burn up in the light and every time I look inside your eyes."

*

Tanrı'nın her daim, insanlığa gönderilen bir hediye olduğuna inanmıştım.

Yaşadığım yıllar boyu ve gözlemlediğim onca zaman içerisinde, inandığım nadir şeylerden birisi buydu. Şanslı bir insandım, her zaman dört ayak üstüne düşer; işin içinden sıyrılmanın yolunu bir şekilde bulurdum. Çünkü, nasıl derler? Yıllardır peşinden sürüklendiğim bir ton aksiyon vardı ve ben zamanın ayağıma doladığı hiçbir kalıba takılmadan, arkama bakmayı asla tercih etmeden varmıştım bu zamana.

İhtiyacım yoktu, yemin ederim- asla, ne şu anda bulunduğum duruma, ne de bunun için alacağım karşılığa, asla ihtiyacım yoktu lakin, sikeyim, ben bayılıyordum işte.

Adrenalin damarlarımda dolanıyor, bana herkesten, sahip olduğumu söyledikleri tüm o cemiyetten, çok daha fazlası olduğumu hatırlatıyordu.

Kendimi bulduğumu hissediyordum.

Söyledikleri tüm o zırvalıkların dışında, zarar almak asla önemsediğim bir şey değildi. Bedenimin harap olması, yüzümün ağırladığı yaralar ve daha nicesi hissettiğim yoğun duygu durumumu ve benliğimi kabullendiğim hayatın dışına çıkmamam için uyarı gibiydi benim için.

Kim olduğumu biliyordum; nereden geldiğimi ve nereye ait olduğumu, sadece kaçmaya çalıştığımda bile nasıl bocaladığımı ve en başından beri; o evde değil de sadece burada, bu sokak aralarında ciğerlerim patlayana kadar koşarken biliyordum, benim için ev buydu.

Vazgeçmek asla benim için bir seçenek dahilinde olmamıştı. Kaçabileceğim başka bir yer yokken bunu düşünmek, aptallık olurdu zira, beni tanıyan herkes bunu böyle bilirdi.

"Koş, arkana bile bakma!"

Aslında basitti, hangi yöne dönsem veyahut nereye bakarsam bakayım işin sonucu, ciddileşmesine izin vermemem dahilinde değişmezdi ve ben-ah, aynı sonu yaşamaktan nefret eden birisiydim.

Pekala, şuan bunları düşünmenin mantığı yoktu çünkü bir elimde kulağımdan kaymak üzere olan telefon; kalabalık Gangnam sokakları arasında delicesine koşuşum ve çarptığım insanlar, devirdiğim sokak satıcılarının yemek tezgahları, arkamdan delicesine edilen küfürler ve bütün sokağı birbirine katmam da bunun cabasıydı.

Gördüğüm ilk ara sokağı dönmüştüm. Artık ciğerlerimdeki hava tamamen bitmişti ve ciddi anlamda ölmek üzere olduğumu düşünüyordum ama buna rağmen pes etmiyor, postallarımın yerde çıkardığı sert seslerin kulağıma dolmasına izin veriyordum. Terden alnıma yapışmış kıvırcık saçlarım gözlerime girse bile onları geri itmek bile benim için zaman kaybı olduğundan, sadece delicesine koşmakla yetiniyordum.

"Siktir!" diye bağırdım ayaklarım artık beni taşıyamazken. "Bir şey yap! Koşamıyorum daha fazla!"

"Senin yapacağın işi sikeyim Jungkook! Sakın durma!"

Ahizeden duyduğum ses artık kulaklarıma ulaşamaz haldeydi, çünkü bilirsiniz, birkaç araba peşinizden son hızla geliyorken sizin sokaklar boyu koşmanız, pekala da aptalca bir hareketti.

Ve tam da bu anda duyduğum kaza sesi, düşüncelerimin ne kadar doğru olduğunu vuruyordu yüzüme.

Tanrı gerçekten de bir hediyeydi.

ciao, amore. | taekookWhere stories live. Discover now