10. BÖLÜM: Ne Dilediğine Dikkat Et! 1

454 91 1
                                    

"Ölüm nedir büyükbaba? Annem oradan geri döner mi?"

"Sakin ol küçük sincap," dedi gülümseyerek. "Şuradaki ağacı görüyor musun?" İşaret ettiği yöne bakıp başını sallamıştım. "Yaşadığımız hayatın o ağaç olduğunu hayal et. Meyveler bizleriz, yapraklar ise sıkıntılarımız." Ağacı hayatımıza benzetmeye çalıştığımı anımsıyorum. Açıkçası pek başarılı olamamıştım ama kendimi zorlamıştım. Meyveler bizsek, bir süre sonra olgunlaşan meyveler yere düşüyordu. Ama mevsimler değişene kadar yapraklar tek tük düşüyordu.

"Yapraklar neden uzun süre kaldıktan sonra düşüyor o zaman büyükbaba?" diye sormuştum bu kez de. Evet, sınırları zorlayıcı bir çocuktum.

Bana tatlı tatlı gülümseyip başımı okşamıştı. "İşte biz insanlar bir meyve gibi doğar, büyür ve olgunlaşırız. Ve sonra meyve gibi toprağa düşeriz. Öldüğümüzde yaprak olarak örnek verdiğim sıkıntılar geride kalır. Yani öldüğümüzde peşimizde getirebileceğimiz bir şey yoktur. Yeniden hayat bulmak için ölmek gerekir. Ölüm bir son değildir, evrenimizden kurtuluş ve nihai başlangıcımızdır. Öze dönüp göğe yükseliştir O yüzden ölüm kötü değildir ve giden geri gelmek istemez."

Büyükbabanın taklit ederek başını sallamıştım. "Hem annem neden geri gelsin ki bu sıkıntı dolu evrene? Orada iyidir annem, değil mi büyükbaba?"

"Her sıkıntının bir ödülü ya da cezası var bu evrende. Öyleyse neden olmasın aynı sistem göklerde?" Anlamış gibi başımı sallamıştım. Ama büyükbabam küçük oyunumu anlayıp kahkaha atmıştı. Ve sonra "Büyüyünce anlayacaksın küçük sincabım. Anlayacaksın her şeyin bir düzende olduğunu" demişti.

Elbette büyüyünce ne demek istediğini anladım. Eğitmen Moiz'in anlattığı Küller Şehri tam karşımdayken o çocukluk aklıma gelmişti. Bu insanlar çok acılar çekmişti. Neden bu tehlikeli yerde yaşamak için hala inat ediyorlardı? Ödül için miydi yoksa cezalandırıldıklarını mı sanıyorlardı, anlayamamıştım.

Başkent halkı sıcaktan daha az etkilenmek için bol pantolon ve uzun tunikler giriyorlardı. Gördüğüm kadarıyla genelde seçtikleri renk beyazdı. Ama özellikle siyah ve kırmızı renkler en çok tercih edilenler gibiydi. Garip buldum, oysa siyah renk ısıyı daha çok çekerdi. Neyse ki önceden bizi uyardı için Eğitmen Moiz'e teşekkür etmeliydim. Sıcaklığa uygun kıyafetlerimiz sayesinde çok bunalmayacaktık.

Ansızın Kaya ağabey, " En uzaktan gelen biz olmasaydık, geç kalmamız hoş karşılanmayacaktı," dedi.

"Büyükbabamı bilirsin: Biraz geç gitmek, tam zamanında gitmekten iyidir der," dedim umursamayarak.

Pes eder gibi başını salladı, arabacıyla aramızda olan perdeyi çekip hızlı olmasını söyledi. Zavallı atlar darbe üstüne darbe yiyerek hızlanmak zorunda kaldılar. Benim şaşkınlığımın bedelini atlardan çıkıyordu. Bu durum beni üzdü. Bedel her zaman vardı.

Küller Şehri sokaklarını arabada sağa sola savrularak geçtik. Hızla gelen arabanın yolundan kaçan insanlar, bu duruma alışkın olmadıklarından eminim içlerinden sessizce küfür etmişlerdi. Hiç üzerime alınmamaya karar verdim. Sonuçta kırbacı vuran ben değildim. Hızla gitmemize rağmen yine de engellerle karşılaştık ve de biraz daha geç kaldık.

Nihayet Lord Fang'ın sarayının olduğu Cehennem Kayalıkları'na vardığımızda, atlar da dâhil hepimiz rahat nefes aldık. Sarayın bu noktada olmasının nedenini arabadan indiğimde anladım. Burası en yüksek tepedeydi ve yanı başında bir baca gibi tüten volkan vardı. Yaklaşan felakete erken önlem almak için saray buraya konuşlandırılmış olmalıydı. İsminin Cehennem Kayalıkları olmasına şaşırmamalıydım, kayalar simsiyahtı.

2. Buz ve Rüzgarın KızıWhere stories live. Discover now