Dunbar

1K 70 2
                                    

"Konuşabilir misin?" gözlerimle vücudunda pençe veya diş izi ararken konuştum. Başıyla onaylayıp dudaklarını araladı. "B-ben," öksürerek gözlerini odanın köşesindeki su kabına dikti. Su istiyordu. Su kabını alıp önünde dizlerimin üstünde durdum. Kabı ona uzattığımda titreyen elleri yüzünden suyu döktü. Sağ elimi omzuna koyup "Hey, sakin ol." başını kaldırıp yüzüme baktı. "Herşey yolunda." hafifce omzunu sıkıp elimi çektim. Su kabını elimden alıp, göz açıp kapayıncaya kadar içip bitirdi, gözleri hoşnutlukla parlayarak bana uzattı. "Teşekkür ederim." dedi kabı ondan aldığım sırada. Çok zayıf ve güçsüz görünüyordu. Ama en az on kilo ve biraz çalışma ile tüm kızların kalplerini çalacağından hiç süphem yoktu. Yada erkeklerin. Ve gözlerindeki pırıltının gösterdiğinin yarısı kadar vahşiyse, birkaç kemik de kırabilirdi. "Çok güzel bir sesin var." dedim gülümseyerek. Sesi, teni ve davranışları sahip olduğu hayatın öncesinde farklı bir şey olduğuna dair tek ipucuydu. Saf, güzel ve bir noktada kendi gerçekliği haline gelen vahşi doğa kabusuyla bütünüyle alakasız olan bir şey. Artık yüzüme yapıştığını hissettiğim bir gülümsemeyi korumaya çabalayarak kabı yere koydum ve ona baktım. "Daha iyi hissediyor musun kendini?" gözlerini kırptı ve gözlerindeki o pırıltı kayboldu. Başını iki yana salladı. "Fazla değil." battaniyeyi sıkıca kavrayıp bacaklarını göğsüne çekti. "Yorgun olduğuna eminim. Ama benim için birkaç soruyu cevaplayabilirsen, uzaklaşacağım ve senin için bir süre uyumana izin vereceğim." Tabii Deaton seni muayene eder etmez... Yorgunluğunu inkar etmedi. "Ne tür sorular?" Cesaret verircesine gülümsedim. "İlk olarak ismin." omuzlarını düşürüp "Liam Dunbar." dedi. Hafifce gülümseyerek "Seninle tanıştığıma sevindim, Liam. Bende Stiles." yüzünde küçük bir gülümseme oluştu ve gözlerindeki pırıltı geri döndü. "Çok küçük görünüyorsun," dedim. Gerçekte olduğundan çok daha genç olduğunu umuyorum. Yavaş bir şekilde nefesimi bıraktım ve bilmem gereken asıl soruyu sordum. "Kaç yaşındasın, Liam?" Yüzünü buruşturup bir memnuniyetsizlik ifadesi kattı. "O kadar küçük değilim." bakışlarını kaçırdı, "Sadece geç gelişiyorum. En azından annem..." lafının ortasında durdu ve derin nefes aldı. Cümlenin kafasının içinde nasıl bittiğini anlamak için dahi olmaya gerek yoktu. "Her neyse, göründüğüm kadar küçük değilim." Lütfen on yedi de, lütfen. On altı bile olur. "On beş. Buçuk." Kahretsin. Ah, kahretsin. On beş buçuk herhangi bir şey için çok genç bir yaştı. Kendi sivri dişlerine değer veren hiçbir lider adamının bu kadar küçük bir çitayı gözünün önünden ayırması mümkün değildi. Özellikle ailesi ölmüş ve soyları tükenirken. "On beş buçuk mu?" Sesimdeki şoke olmuş tınıyı duydum ve irkildim. O sırada Liam kaşlarını çatıyordu. On beş buçuk yaşındaki birisi bu kadar zayıflayacak ve yetersiz beslenecek kadar uzun süre nasıl hayatta kalabilirdi? Özellikle en büyük serbest bölgede, ıssız bir ormanda.. Tüm süre boyunca çita formunda sıkışıp kalsa bile bu kesinlikle mümkün değildi ve hikaye bu şekilde şekilleniyor gibiydi. "Neredensin, Liam?" sesimdeki dehşeti saklamaya çalıştım fakat şansım yaver gitmedi. Ama o cevap veremeden önce, kapının öteki tarafından yüksek sesli, ısrarcı bir şekilde kapıya vuruldu. Koridorda bıraktığım hiçkimsenin bizi rahatsız etmeyeceğini bilerek, o yöne doğru havayı kokladım ve kokunun sahibi koridorda bağırdığı sırada yüzümdeki kanın çekildiğini hissettim. "Stiles Stilinski, kuyruğunu çabuk buraya getir!" Kahretsin! "Hemen döneceğim," diye fısıldadım Liam'a. Güçlükle yutkunup ayağa kalkmaya çalıştım, sonra Liam'ın gözlerinin kocaman açıldığını görünce tekrar yere oturdum. "Endişelenme," diye mırıldandım, alnıma düşen bir tutam saçı elimle geriye atıp elimi enseme koydum. "Kapıdaki yalnızca babam."
***
"Doğrudan bir emre itaatsizlik ederken ne düşünüyordun?" diye sordu babam. Çıplak, donmuş parmaklarımın toprağın içine batmaması için topuklarımın üstünde dikilmek zorunda kaldım. Tüm duruşu kendisini takip etmem için verilmiş sessiz bir emirken ve merdivenlerden aşağı inip kapıdan çıkarken ayakkabı giymeye fırsatım olmamıştı. Lahey köşkünün büyük bahçesindeki iki ağacın arasına uzanan odun yığınına kadar gitmiştik. "Şu anda konseye göre hiç faydam yok... beni canlı tutmaları için de hiçbir neden yok. Bir insan öldürdüm ve kendime yardım edebileceğim en iyi yöntem onlara hatalı olduklarını kanıtlamak. Yaralı olduğumu kanıtlamak. Vazgeçilmez olduğumu. Bu yüzden o çitaya yardım ettim." Babam kaşlarını daha fazla çatmaya başladı. "Oraya girmene kim izin verdi?" dedi ses tonundaki öfke ve siniri anlamakta zorlanmıştım. "Kimse. Kimseden izin almadım." babam kollarını birbirine doladı ve öfkeyle dolu bir iç çekti. "Derek?" Kahretsin. "Bana engel olmaya çalıştı ama ben onu dinlemedim." babam gözlerini dahi kırpmadan bana bakmaya devam etti. "Bu onun suçu değil, baba. Bana bunu zorla kimse yaptırmadı." Ama bu fark etmeyecekti. Nereye varmaya çalıştığımı hatırlamaya çalışarak tepemizdeki iskeleti andıran dallara baktım. "Ama demek istediğim, en sonunda onlara sunabileceğim bir şey var. Başka hiç kimsenin sunamayacağı bir şey." Dudakları çoktan lafımı kesmek için aralanmıştı, başını iki yana salladı. Lafımı kesmeden hızla devam ettim. "Başka kimse konuşmayı bırak, dönüşüm geçirmesini bile sağlayamazdı, baba. O daha çocuk. On beş buçuk yaşında kaybolmuş, yalnız bir çocuk. Ben sadece," babam yavaşca nefesini bıraktı. Yüzü yumuşamıştı ve sözümü kesip "Ona yardım etmek istedin." dedi. "Stiles, burada hepimiz başını omuzlarınla bağlantılı halde tutmaya çalışıyoruz fakat bir sebepten, seni ölü görmek isteyen tüm yargıçların önünde azametle itaatsizliğini gösterme ihtiyacı duyuyorsun! Ne kadar ağır bir şekilde yaralanabileceğinden bahsetmiyorum bile. Daha on gün önce beş kurşun yarasıyla yatakta yatıyordun. Tekrar yaralanmanı kaldıramayız." Ne kadar kusursuz bir şekilde el değmemiş olduğumu göstermek için kollarımı iki yana açtım. "Ben iyiyim." omuzlarımı düşürüp kollarımı birbirine bağladım. "Pençelenebilirdin." gözlerimi devirdim. "Evet. Ayrıca köşke geri dönerken yıldırım düşebilirdi. Veya üstüme ağaç devrilebilirdi. Ya da yoldan karşı karşıya geçerken araba çarpabilirdi. Hayat güvenli değil, baba. Ne benim için ne de yüz adamla korunan lider adamlarından herhangi biri için. Kendi kıymetimi ispatlamak ve o zavallı çocuğa yardım etmek için bir fırsat gördüm ve bu fırsatı değerlendirdim. Kararımın arkasında duruyorum." Kararım hakkında o kadar gergindim ki ellerim soğuğa rağmen terlemeye başlıyordu. "Ve ayrıca," diye hızla devam ettim. Hem kendi sinirimi hem de babam her ne söylemek istiyorsa onu aldırmayarak. "bence bana kızmak yerine benimle gurur duymalısın. Benim yerimde olsan seninde aynı şeyi yapacağını düşünüyorum." Babamın yüzü sözümü geri alabileceğimden daha hızlı bir şekilde mora döndü. "Benim ne yapacağımın konuyla bir alakası yok." diye gürledi. İçgüdüsel olarak geri çekildim, sırtım ağaç gövdesine çarptığında içimden inledim. "Ben senin baban ve liderinim. Senin gibi emirlere karşı gelen küstah gençlere ne yapılması gerekiyorsa yaparım!" diye tekrar kükredi. "Tamam, evet. Haklısın." dedim. Sanki bunu ona söyleme ihtiyacım varmış gibi. "Ama benim yerimde olsaydın ne yapacağının konuyla ilgisi var. Bir gün senin yerine geçmem için beni eğitiyorsun, değil mi? Sürünün ve bölgenin başına şu anda senin olduğun kadar iyi bir lider olmam için." Parmaklarımın altında ağaç kabuğunu hissetmemle yavaşca nefesimi bıraktım. "Seni taklit etmeye çalışmaktan daha iyi nasıl yapabilirim bunu?" Kaşları iyice çatıldı. "Yağcılıkla bundan kurtulamayacaksın, bu yüzden zahmet etme." Kahretsin. "Haklısın." iç geçirdim ve babamın alev gibi yanan gözlerine bakmamaya zorladım kendimi. "Yalnızca biraz cesaret ve şefkat göstererek herkese ve ona yardım edebilecekken, kendi güvenliğini düşünüyorsun diye o zavallı çocuğun yalnız başına ızdırap çekmesine izin verir miydin?" Bir an için babam yalnızca bana baktı, tepkisini bekleyerek nefesimi tuttum. Babamı yani liderimi azarladığımı fark ettiğimde yerin dibine geçtim. Babam kollarını göğsüne kavuşturup başıyla onayladığında şaşkınlıkla yüzüne baktım. Görünen o ki bakış açımı kabul ediyordu. "Güzel söyledin." dedi. Ama yüzünde gülümsediğine dair hiçbir iz yoktu. Mutluluktan çok uzaktaydı ve benimle mucize eseri gurur duyuyor olabilirdi. "Umarım bunu aynen bu şekilde tekrar edebilirsin, çünkü niyetin ne kadar iyi olursa olsun, doğrudan emre itaatsizlikten dolayı seni affetmeyecekler. Konsey seninle konuşmak isteyecek." Bu konuşmanın içinde asıl duymayı beklediğim şeyi söyleyince gözlerimi kapadım. "Evet, tahmin ettim." Tekrar gözlerimi açtığımda babamın hala aynı yapıdaki duruşuyla beni izlediğini gördüm. "Ne yapmam gerekiyorsa yaparım. Özür dilemek, uzaklaştırma cezası, hatta kafeste bir gece. Yada daha fazla gece.." Derin nefes çektim. "Senden tek istediğim, Liam'ı koruman." kaşları şaşkınlıka kalktı ve yüz ifadesi daha da yumuşadı. "Sana ismini söyledi mi?" gözlerimi devirdim. "Sana söylemeye çalıştığım buydu. Erkek arkadaşımla haylazlık etmiyor, orada çalışıyordum. Birlikte video oyunu oynamıyorduk!" İş makinasına yeniden bürünmeden önce kısa bir an için gerçekten gülümsedi. "Ne söyledi?" Ağaca dayadığım sırtımı çektim ve üstümü düzelttim. "Sadece ismini ve yaşını. Sen gelmeden önce daha fazlasını söylemek üzereydi." Babam tekrar kaşlarını çatınca acele ederek devam ettim. "Adı Liam Dunbar ve dediğim gibi on beş buçuk yaşında." Babamın yüz ifadesi dehşete düşmüş haline büründü ve "On beş buçuk..." diye söze başladı. "Bu mümkün değil." Kendini dengede tutmak istermişcesine odun yığınına yaslandı. "Ben de öyle düşünmüştüm." Pencereleri kaplayan perdelerin arkasında pek çok boşluğun oluşmuş olduğu köşke baktım. Besbelli kimse uyumamıştı, bu da babamın Derek'i ve Scott'ı kendisi başka bir talimat verene kadar kimseyi içeri yada dışarı çıkmamaları emriyle birlikte çitanın kapısına postalanmış olmaları gerçekten sevinmeme neden oldu. Diğer liderler dahil kimseyi. Riskli bir hareketti ve tüm konsey üyelerinin içeri girme isteklerine karşı gelerek kapıyı kendi başlarına tutacaklardı. Ama bunun olması mümkün değildi. Eğer ters giden bir şey olsa bile, kopan yaygarayı dışarıdan duyar ve işleri düzeltmek için koşardık. Bu yüzden şimdilik, Liam'ın güvende olması içimi rahatlattı. "Kim o?" diye sordu babam. Kuru yaprakları ayaklarının altında ezip odun yığını boyunca volta atıyordu. "Dunbar'ları veya sürülerini hiç duymadım. Onları nasıl duymamış olabilirim ki?" Hayır, tabii ki dünyadaki tüm sürüleri ve üyelerini bilmiyorduk. "İşler daha da garipleşiyor. Nasıl dönüşüm geçireceğini bilmiyordu. Ona adım adım anlatmak zorunda kaldım." Soğuktan hissetmediğim topuklarımın üstünde sallandım. "Biliyorsun, kimsenin yüksek sesle söylemeyi istemediği bir ihtimal var..." Odun yığınının en uzak ucunda durup tek omzunun üstünden bana baktı. "Hayır. O bir serseri değil, Stiles." kafamı geriye attım ve gözlerimi kapattım. "Neden? Çünkü daha önce hiç bir serseri çita görmediğimiz için mi? Her şeyin bir ilki vardır, baba." Gözleri cam gibi parladı ve volta atmaya devam etti. "Bir erkek serseri gibi kokmuyor. Öyle olsaydı geldiği anda anlardık." Öfkeyle çenem kasıldığından dişlerimin arasından konuştum. "O bir serseri olsun yada olmasın, bir anda ortaya çıktı ve ailesi ölü. Sürüsü hakkında bilgimiz yok." Besbelli bir karara varmış olarak adımlamayı kesip bana baktı. "Ona birkaç soru daha sorman gerekecek." Öylemi dersin, baba? Gözlerimi devirdim. Bana yalnızca geri dönmemi ve en başta yaptığım şeyin daha fazlasını yapmamı söylemek için bizi bölerek resmen beni kollarımdan sürükleyerek odadan çıkartmıştı. Ne güzel. "Başlama, Stiles. Bu kez içeri izinle ve onaylanmış bir planla gireceksin, köşkte hiç bir lider yokken doğrudan emre itaatsizlik ederek değil." Ağaçtan kopardığım yaprağı ikiye böldüm. "Lahey şansını deneyecek midir?" Yaprağın kalan kısmını da bölerek, elimden hafif rüzgarla uçuşmasına izin verdim. "O söyleyeceklerini söyledikten ve sen ne söylenirse kabullendikten sonra, Lahey'in fazla seçeneği kalacağını sanmıyorum. Çitayı kendisi konuşturamayacaktır." Başka bir şey söylemeden, babam ağır ve kararlı adımlarla köşke ilerledi. Tam olarak koşmadan ona yetişmeye çalışıp peşinden giderken karanlığın soğuğunda fısıldanmış son bir cümle bana doğru süzüldü.
"Artık ona işe yaramaz desinler de görelim."
Kendime ve her üyesi kuşkusuz içeride oturmuş beni bekleyen konseye rağmen rahatlayarak gülümsedim.

The Wolf Beneath the Tree: Prey #2Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin