Bir saniye

55 2 5
                                    

Başımı kaldırıp karşımdaki aynaya baktığımda hissettiğim ve gördüğüm tek şey ıslaklıktı.

Ben ıslağı severdim çünkü ne zaman kalkıp da ıslak bir zemine, ya da ağlayan birinin suratına baksam; ya da saçları sırılsıklam olmuş birini tutup da kendime çeksem içimde eskilerden saklayıp büyüttüğüm o dürtüyü hatırlardım.

Koşuyorum. Arkamda bana sinirli on bin tane muhafız var. Hepsi başlarını öldürdüğüm için bana sinirli. Tek yapmak istedikleri şey sırtıma bin kırbaç vurup beni boğazdan aşağıya atmak. Tahmin edersiniz ki başarılı da oluyorlar. Gerçi bu onları tatmin etti mi asla öğrenemeyeceğim. Sadece yıllar sonra ben ve yetersiz bedenim bu tahta yatağın üstünde oturmuş, ıslak saçlarıyla türlü puştluklar düşünüyor. Galiba yaptığım şeyleri sonuçlarına katlanmak zorunda olsam da beni rahatlattığı için tekrarlama isteğindeyim. Bu eğilim ve bu sığamadığım oda kolumu kanadımı kırıyor. Bilmem farkında mısınız? Benim canım acıyor.

Fakat ne zaman saçmasapan kabuslar görüp teri üstünde kuruyan soğuk ve ıslak ensemle başımı yastığımdan kaldırsam 6 aylık bir bebekten farksız, yani kısacası huzursuz hissediyorum. Üstelik iyi değilim, yalan yok. Bu sefer şatafatlı cümleler de kurmayacağım. Uzun süreli sırt sancıları, kol sızıları, nefes darlıkları, sessizlik ihtiyaçları hissediyorum. Evet evet, ben ıslağı severim; ama bu şartlar altında değil. Ve bu şartlar altında yaptığım puştlukları tekrarlama isteğim de ellerimde ölüyor. Ama Jungkook inadımdan ya da inadından dolayı gelmiyor. Gerçi gelse de söyleyecek tek bir kelimem yok zaten.

Konuşmayı nedense pek sevmiyorum ben. Ne hissedersem hissedeyim tuhaftır ki içimden gelmiyor. Bu yüzden ne hissettiğimi söylemekten kaçınmak benim tercihim değil, sevgisizliğimin eseri. Ya da siz diyin işte, bilgesizliğimin parmak izi?

Onu evimden kovduğum bir öğlen vaktinden beri hayal kırıklığına uğramış olacaktı ki değil evime gelmek, paspasıma bile ayağının tozunu sürmemişti. Ben özlemiyordum, fakat onun yanına gitmemek adına verdiğim mücadele evimdeki tuzluğun bile ağrına gidiyordu. Masanın üstünde öylece durmuş, "Ne zamandır Jungkook'un parmaklarına değmiyor bu aciz tenim. Bunca sinir ve gurur neden!?"der gibi gözümün içine içine bakıyordu. Ya da duvarlarımın üstündeki tablolara bakıyordum ama hiçbir haz ya da anlam bulamıyordum. Sanki o bana küstüğünden beri her biri "Biz tüm güzelliklerimizi sadece o geldiği zaman gösteririz. Kendini bir şey mi sanıyorsun?!" diye kulaklarımdan çekiyorlardı. O zaman insanların insanlarla bir şeylere anlam kattığını henüz bilmiyordum. Yani meğer bir şeylerin anlam kazanması, bir yemeğin tadının tuzunun olması tamamen Jungkook'la ilgiliymiş. Bunu nerden bilebilirdim ki? Hem bilseydim bile elimden ne gelirdi ki? Sadece güçsüz olduğumu ve bir şeylere muhtaç olduğumu daha erken keşfederdim. Daha mı fazla acı çekerdim? Daha mı fazla merak ederdim? Daha mı fazla özlemediğim konusunda diretir de yatağımdan kalkmazdım?

Anlıyorum. Bunun adı yok ama anladığım bir bilinç üstü varlık var. Bana her sabah göz kapaklarımı araladığımda "yetersizsin!" diyiveriyor. Haksız sayılmadığını söyleyip kalkıyorum. Ayaklarım zemine değdiğinde unutmam gerektiği düşüyor bir yerlere ve o tufan beni zorluyor. Nasıl unutulur ki yetersiz olmak, diye düşünüyorum. Üstelik ben yeterli de olmak istiyorum. Ama neye yeteceğim? Yetecek hiçbir şeyim yok ki...

Anladım. Meğer âşık olmak yetersiz olmakmış.

Sinirleniyorum. Çünkü ben bunu hep yaparım. Elimden gelmeyen şeyler beni çoğu zaman sinirlendirir. Köpürürüm; denizle sevişen köpükler gibi kabarırım. Çetin bir ceviz oluveririm. İnatlaşırım, yenilmem de. Ama özünde hep canımı sıkar inat edecek bir şeyin varlığıyla yüzleşmiş olmak.

You've reached the end of published parts.

⏰ Last updated: May 14, 2023 ⏰

Add this story to your Library to get notified about new parts!

desentegrasyon || taegguk Where stories live. Discover now