❂ Bölüm 16 - Gri ❂

338 45 20
                                    

Buğulu bir sis perdesi altında, kulaklarımda devamlı artan tiz bir sesle sonsuzluğa uyandım. Uzuvlarıma taş bağlanmış gibi yatağa çökmüştüm. Azami bir çaba ve boğazımdan yükselen bir inlemeyle bedenimi doğrultmaya çalıştım. Fakat uyuşmuş zihnim ve yorgun bedenim bana engel oluyordu. Bugün de bedenimi doğrultmayı başaramamıştım.

Etimden sıyrılarak bir zamandır alıştığım saydamlığa geri döndüm.

Onun uçuşan sarı saçlarını, rüzgâra karışmış okyanusu andıran gözlerini ve kurnazlıkla kıvrılmış dolgun dudaklarını düşünüyordum. Tenimin üzerinde gezinen uzun parmaklarını, benimle olan muzip konuşmalarını ve kulağıma fısıldadığı sözleri hâlâ benimleydi. 

Sonra masada, herkesin önünde hayatımı mahvetmeye karar verdiği teklifi ortaya attığı anı hatırladım. Mideme yumruk yemiş gibi yattığım yerde iki büklüm oldum. 

"Kızın burada kalması karşılığında Prometheus'un çıkmasına izin vermelisiniz."

Hayalet bedenimde, boğazımın gerisinde yükselen ekşi bir tatla yüzümü buruşturdum. Bütün vücudum titriyordu. Bedenim olmasa bile böyle şeyleri hâlâ hissedebiliyor olmamın açıklamasını merak ediyordum. Her şey fazlasıyla gerçekçiydi. Helios'un ihaneti karşısında ne yapacağımı bilemez bomboş bir kabuğa dönmüştüm. Canımı en çok yakan kısım ise Helios'un hayatıma, geleceğime karşılık Prometheus'un özgürlüğünü teklif ederken yüzünde oluşan heyecanlı ifadesiydi.

En ufak bir suçluluk duymuyordu.

Güneş Tanrısı'nın tapınağında kaldığım süre boyunca gözlerinin hep hüzünlü bakmasına üzülürdüm. Dudakları tatlı şeyler fısıldarken gözleri yalnızlığını belli etmek istercesine durgun bir şekilde bakardı. 

O gün benim üzerimden pazarlık yaparken gözleri heyecanlı bir şekilde parıldıyordu. Gözlerinde mavinin tonları öylesine canlı bir hâl almıştı ki eğer Hades o anda Helios'u Yeraltın'a gösterme kararı alsaydı bütün ruhlar Güneş'i tekrar gördükleri için gözyaşlarına boğulurlardı. O heyecanının sebebi benim hayatımı mahvetmek olduğu için ben gerçek anlamda gözyaşlarına boğuldum. Üstelik kendimi kurtarmak adına hiçbir şey yapamıyordum. 

Hades'in Yeraltı Sarayı'na yaralı bir şekilde getirildiğim zamandan bu yana bedenimden ayrılmıştım. Ne zaman bedenime dönmeye çalışsam derin bir acı selinin içine sürükleniyordum. Bedenim bir hapishane gibiydi, kontrolünü kaybetmiştim. 

Bu saydam, hayaletimsi bedenimle kimsenin benden haberi yoktu. Hades hariç. Saydam halimin ne anlama geldiğini bilmiyordum ve birkaç defa bunu Yeraltı Tanrısına sormayı denemiştim. Hades benimle hiç konuşmamıştı fakat onu delirttiğimi düşündüğüm bir gün direkt olarak gözlerimin içine bakmıştı. O zaman beni görebildiğini ve duyabildiğini anlamıştım. Sadece bana cevap vermemeyi seçiyordu.

Kendimi deniz anasına benzetiyordum. Yeraltı Sarayı'nda çalışan onca ruhu artık görebiliyor olmama rağmen komik bir şekilde artık onların beni göremiyor oluşu beni güldürüyordu. Onlara çarpmadan aralarından süzülüyordum. Ruhlara dokunmak ya da onlara dokunmaya çalışırken başarısız olmak istemiyordum. Çünkü bu, bir ruhtan daha fazla hayalet olmak anlamına gelirdi. Bu yüzden ben artık bir deniz anasıydım ve ölüler denizinde yüzüyordum. 

Helios'un teklifi hâlâ sonuca bağlanmamıştı çünkü ben uyanamamıştım. Yani kısmen. Prometheus'u kurtardığımı ve bizzat hayatımı onun için feda edeceğimi söylemem gerekiyordu. Bunu odadan atılmadan önce Hades'ten duymuştum. Bir titanı serbest bırakmak için sadece Zeus'un onayı değil, diğer on bir tanrının da onayı gerekiyordu. 

O odaya bir daha giremesem de kapısında beklemiştim. İlk olarak Hera ve Zeus çıkmıştı. İkisinin yüz ifadesinden herhangi bir şey anlayamamıştım. Daha sonra Helios'u görmüştüm. Kaşlarını çatıyordu ama çok da mutsuz değildi. Kafasını karıştıran bir şey varmış gibi görünüyordu. Prometheus ise hâlâ onu bıraktıkları sandalyede, bakışları boşluğa dikilmiş bir şekilde duruyordu. Cansız bir oyuncağa benziyordu. 

Güneşten Kopan AteşWhere stories live. Discover now