"Yokluğunu Yazmak Cenaze Arabalarını Süslemek Gibidir"

4.7K 244 71
                                    

Hey! Merhaba:) Kısa bir bölümle yanınıza geldim ama devamı gelecek :) Bunu çok uzun ara verdiğimiz için başlangıç olarak düşünelim:) Ayrıca baya önemli bir bölüm "Kerem neden böyle? " diye merak edenler için. Bu sırlı ve tatlı baba'nın çıkışının yazıldığı bölüm beni varlığıyla motive eden tatlı okur arkadaşım @kerembursininaskisi için:) Hepimize iyi okumalar🐘

•••

~Kerem'den~

Annesi, babası, çocuğu, sevgilisi, arkadaşı, kim olursa olsun, bir insan, öbürüne ulaşmak için göze aldıklarıyla sevilir. Öbürüne ulaşmak yürek ister. Göze alabilmek ister. Bir insandan bir başkasına geçmek, emek ister, sevgi ister, yürek ister. Bunlar bile köprüleri kurmaya yetmez bazen...

"Girebilir miyim?"

Bir elim kapının kolunda dururken sadece başımı sokabilecek kadar araladığım kapıdan içeriye uzanıp babama baktım. Burnunun üzerinde duran küçük yakın gözlükleriyle önündeki bilgisayarda önemli bir şeyler inceliyor olmalıydı. Yoksa kapı hariç neredeyse her yeri cam olan bu ofiste, özellikle masası bile koridora dönükken beni farketmemesi imkansız.

Sesimle birlikte başını kaldırdığında ilk dikkatimi çeken çatık kaşları oldu. Saniye geçmeden yumuşayan bakışlarıysa beni gördüğünden olsa gerek sevimli denebilecek hale dönünce gülümseyerek ayağa kalktı.

"Kerem? Ne zamandan beri yanıma girerken izin alır oldun sen?"

Babam hızlıca yanıma gelirken bende onun kadar olmasa da içten bir şekilde gülümseyip içeriye geçerek kapıyı kapattım. İş hiçbir zaman babamı görmekle yada buraya gelmekle bitmiyordu. Yanıma ulaştığında az önceki hızlı adımlarını aniden durdurarak bir şeyleri tartar gibi yüzüme bakınca vücudumu ona döndürdüm. Bende böyle bir adamdım işte. Sevgiyle bakan hiçbir göze doğru düzgün cevap veremiyordum. Babam her şeye rağmen bir adım daha sokularak önce sırtımı sıvazlayıp, daha sonra bu yetmemiş gibi sıkıca sarılınca ona göstermesem de bana verdiği bu sevgiye minnet duyarak gözlerimi yumdum. Ona sarılmak, çocukluğuma dönmek gibiydi, hiç bilmek istemediğim gerçeklere sırtımı dönüp sadece benim babam olmasının verdiği mutlulukla geleceği saati beklemek ve hiçbir utanç duymadan baba diyebilmek gibiydi...

O, sırtımda az önce sıvazladığı yerlere hafifçe vurarak bana sarılmaya devam ederken ellerinin sırtıma yaptığı hafif baskılara gözlerimi açarak gülümsedim. İnsanlar birbirlerine sarıldıklarında avuç içlerini birbirlerinin sırtına vuruyorlardı. Bu bazen 'Hadi çok sarıldık yeter!' anlamı taşırken bazen de her vuruş özellikle benim gibi kalın kafalı birine sarılıyorsanız 'Seni sevdiğimi kafana sok!' anlamında da olabilirdi.

Ben de hareketsiz bir biçimde babama sarılırken İstanbul'a geldiğimden beri doğru düzgün inceleyemediğim ofise baktım.

Babam her zaman çok çalışırdı. Küçükken, onu özlediğim zamanlarda çocuk aklımla oyun odası gibi düşündüğüm bu ofise gelir, o çalışırken istediğim her yerde oyun oynardım. Yanımda oyuncak taşımama gerek bile yoktu üstelik. Burada, babamın projelerinin olduğu dolapların bir bölümünde arabalarım hatta oyun halım benim için bekliyordu zaten. Tabii o zamanlar masa, camın önünde değil, kapının çaprazındaydı. Ortada daha açık bir alan vardı ki şimdi babamın yanında oyun oynayacak bir oğlu olmadığını düşünürsek, masanın tam ortaya konumlandırılması doğal.

Aslında babamın bir oğlu olmadığını düşünürsek...

Ona gerçekten hayrandım. Nasıl oturuyor, nasıl kalkıyor, nasıl bakıyor, saçını nasıl tarıyorsa taklit ettiğim zamanlar beni farkettiğinde benimle öyle eğlenirdi ki... Onunla beraber tıraş oldum, onunla beraber yazı yazdım, onun arkasından onun gibi yürümeye çalıştım; ama hiç ona benzeyemedim.

Beni kendinden ayırdığı gibi düşüncelerimden de uzaklaştıran babam, sarılma seansını bitirdiğinde ellerini üzerimden çekmeden omuzlarıma koyup hafifçe sıkarak sevdiğim ve asla benimkilere benzemeyen kahve gözlerini yüzüme dikmişti. Bildiğim belki de yıllarca onun için biriktirdiğim tüm sevgiyi gözlerime toplamaya çalışarak ona baktım. Ellerini çektiğinde yüzlerimizdeki gülümsemelerimizi bozmadan, normalden uzun ve geniş masasına doğru yürüyüp hemen önündeki beyaz koltuklara oturduk.

"Annenin yanından mı geliyorsun yoksa Fatih'in mi?"

Babam gerçekten yüce gönüllü bir adamdı. Her şeye rağmen bana kullandığı kelimeleri bile özenle seçtiğini bilsem de beklemediğim bu garip soruyla kaşlarımı çatıp "O ne demek öyle?" dedim.

Koltuğunu bana doğru biraz daha yaklaştırıp dikkatlice yüzümü inceledi. "Kerem, sen buraya ya mezarlıktan sonra yada Fatihten sonra geliyorsun oğlum. Bu yıllardır böyle."

Babama karşı hiç büyüyemeyen, o günden sonra hep mahcup kalan çocuk içimde bir yerlerde yumruk yemiş gibi ezilip büzülürken bende dirseklerimi dizlerime yaslayıp, başımı yere eğdim.

"Öyle yaptığımı bilmiyordum."

Aramızda birlikte doktorlara gittiğimiz bir mesele vardı. Beni yurt dışına kaçıran, babamı depresyona sokan, ikimizi de değiştirip geri kalan hayatımızı şekillendiren yıllardır sürdürdüğümüz büyük bir mesele vardı. Bana göre...

Annemden sonra süregelen bu mesele artık öyle bir hal almıştı ki gergin bir konu olsa da gereksiz giriş cümlelerine gerek duymuyorduk. Sonuçta beraber yaşamıştık, süslemeye birbirimizi hazırlamaya gerek yoktu.

Şimdi ki gibi babam bilindik konuya doğrudan girdiğinde başımı kaldırıp söylediklerinin arasından gözlerinden ufacık bile olsa pişmanlık geçecek mi diye onu inceledim. Çünkü hiçbir şey değil ama bu konu üzerinde babamın gözlerinde gördüğüm ufacık bir pişmanlık kırıntısı dahi benim felaketim olurdu.

"Daha ne kadar devam edecek bu böyle? Kerem sen ne olursa olsun benim oğlumsun. Annenle aramda-"

Aslında canımı sıkmayan ama uygulamaya geçiremediğim için her zaman boşa giden konuşmamızı cebimde ısrarla çalan telefonum bölünce ayağa kalkıp ekrana baktım.

"Zeynep arıyor baba. Birazdan dönerim."

3. Tekil ŞahısWhere stories live. Discover now