Zehir Ekmek

21 5 0
                                    

"Çabuk iyileşmeye bak!"

Genç çocuk, sabahın ışıklarıyla doğruldu. Aslında odasına bir gram ışık girmiyordu. Bulundukları yer, yaşadıkları şehir ise daima yağmurlu bir havaya sahipti. Onun odasına giren ışık neydi peki? Tabii ki annesiydi!

"Murat, haydi kalk!" diyen annesi, genç adamın kolunu dürterek onu uyandırmıştı. Annesinin sözünü asla ikiletmeyen Murat, hemen ayağa kalkmıştı.

Karadenizli olmak zordu, sabahın köründe kalkıp bir ton iş yapmak zorundaydınız. Üstüne üstlük hiçbir şeyden memnun olmayan bir babanız varsa başınızda, o zaman gazanız mübarek olsun demekten başka bir şey gelemezdi elimizden... Murat'ın en büyük sorunlarından birisi de buydu: Müşkülpesent bir baba...

"Ula Murat! Ben sana daha erken kalacaksın demiyor muyum? Sana ceza, çabuk inekleri otlağa götür! Kahvaltı da yapmayacaksın!" diye bağırdı babası. Bunları söylerken de elindeki çay bardağından çayını yudumluyordu.

Murat başını sallayarak evden çıktı, ama evden çıkar çıkmaz da, "Bana diyeceğine birkez de sen götür şu hayvanları," diye söylenmeye başladı. Karnı zil çalar vaziyetteyken, nasıl götürecekti bu hayvanları otlağa? Hiç mi acıma yoktu bu adamda? Ya tansiyonu düşer, başı tutar da hayvanları kaybederse? O zaman ne olacaktı? Baş köşeye kurulup, elinde tuttuğu çay bardağı ile ağalar gibi emir yağdırmak ne kolaydı yahu...

Lakin yine de kendisine verilen görevi yerine getirmek için hayvanları ahırdan çıkarttı ve otlağa doğru adımladı.

Önünde giden iki inek ve yedi keçinin peşinde koşmaktan çok sıkılmıştı. Hayatı boyunca zengin veletlerine özenmişti. Çünkü şurada bütün gününü harcayan, enerjisini sömüren bu işler karşılığında asla doğru düzgün bir kazancı olmuyordu. Bir gün idare edecek kadar bile kazanamıyordu. Sekiz kardeşin en küçüğü olmak da bunun dezavantajlarından birisiydi. Babasının ağa, paşa gibi yayıldığı kıçı kırık evinden en az miras payı alacak kişi de kendisiydi çünkü. Evet, işte bu yüzden zengin birinin çocuğu olmayı çok istemişti; hâlâ istiyordu. Ama bazen kaderdekilere şükretmek gerekiyordu, çünkü başına nelerin gelebileceğinin asla garantisi yoktu.

Elindeki sopasıyla yerdeki çimenleri döverken, bir yandan da bunları düşünüyordu. Evet, zengin olmayı ya da zengin çocuğu olmayı çok istiyordu. Lakin bu düşüncelerini kovan başka bir düşünce üşüşüyordu aklına sonradan... "Haline şükret, sağlığına duacı ol!" tarzında cümleler ve düşünceler.

Belki de bütün hayallerini yerle bir eden bu düşünceler, en haklı olanlarıydı. Neticede gerçekler acıdır ve acıtır. Zaten son zamanlarda içinde bir sıkıntı vardı, nedenini ise bilmiyordu. Ama sanki başına bir şey gelecek, kötü şeyler olacak gibi hissediyordu.

"Kötüyü çağırmayalım," dedi kendi kendine. O sırada kafasını kaldırıp otları talan eden hayvanlarına baktı. Hepsi halinden mutlu, memnun görünüyordu. "Bazen mutluluğu yakalamak için bir inek olmalı, sonrada gezindiği otların içinde bir ziyafet çekmeli," diye düşündüğü zamanlarda olmuştu.

Otlara uzanmış, gökyüzünü seyre dalmıştı. O sırada yanında duyduğu hışırtılara bakmak için kafasını kaldırdı. Karşı köyden olan, kalbinin gümbürdemesine neden olan Ayşe'yi gördü o anda. Yüzüne istemsizce bir gülümseme yayıldı. Ayşe'de aynı şekilde tebessüm ederek ona yaklaştı.

"Merhaba Murat," dedi kadife gibi sesiyle.

"Merhaba Ayşe. Nasılsın?" dedi bizimki kızararak.

"İyiyim, sen nasılsın?"

"İyiyim ben de."

"Sen de benim gibi hayvanları mı çıkarttın?" diye sordu Ayşe.

"Evet. Bu benim işim. Bizim evde başka kimsenin yaptığını görmedim daha," dedi Murat.

Göğe Bakma ÖyküleriWhere stories live. Discover now