gone with the sin | 1

53 8 5
                                    

Londra'nın her daim harika bir şehir olduğunu savunmuşumdur. Çocukluğumdan beri, televizyonda gördüğüm ve bende hayranlık uyandıran bir estetiğe sahip olan bu şehrin, beni bu hâle sokacağı aklımın ucundan geçmezdi. Ne hâlde olduğum ise ciddi anlamda tartışılır: Muhtemelen bu akşam öldürülüp, denize atılacağım.

Yaklaşık bir saattir bu düşünce içimi yiyordu. Ölecektim. Kaçışı yoktu. Sekiz aydır suya temas etmediğinden kir tutmuş bedenim, başımda ve parmak boğumlarımda kuruyan kan damlaları, kuruluktan çatlayan dudaklarım ve daha fazlası... Her detayımla, bugün öleceğimi haykırıyordum; duyduğum her tıkırtıyla bedenime yeni bir panik dalgası hücum ediyordu. Korkuyordum. Beni kaçıranın kim olduğu ve bunu neden yaptığı konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Londra'ya okumak için gelmiştim, hayranlık duyduğum bu destansı şehrin mezarım olabileceği aklımın ucundan geçmezdi.

İşe yaramayacağını ve bir şey değiştirmeyeceğini bildiğim hâlde, gözyaşlarımı tutmayı bıraktım ve yanağımdan süzülüp çenemde biriken o koca damlanın ağırlığını hissettim. Büyükannemi özlüyordum. Benden haber alamadığı için korkmuş muydu, beni arıyor muydu, polise haber vermiş miydi... En ufak bir fikrim yoktu. Yaşadıklarımı düşündükçe daha şiddetli ağlama isteği duyuyordum, fakat “onun” beni duymasını ve buraya gelmesini hiçbir şekilde istemiyordum. Alt dudağımı sertçe ısırıp, boğazımdan kopan kuvvetli bir hıçkırığı dudaklarımla soğurdum. Omuzlarım sarsılıyordu. Canım yanıyordu.

Başımın arkasına ve alnımın sağ tarafına kuvvetli bir darbe almıştım. Sol elimin yüzük ve serçe parmağı, şüphesiz kırılmıştı. Solaktım. Kendimi savunmaya çalışmıştım. Kalçam dehşet ağrıyordu, bunu da onlar yapmıştı. O ve arkadaşları.

Sekiz ay içinde, sayısız kez tecavüze uğramıştım.

Yaşananların her bir detayı aklıma kazınmıştı ve bu detaylar uyumama engel oluyordu. Canım yanıyordu. Korkuyordum. Bunun tekrarlanmasından korkuyordum. Ölmekten korkuyordum. Psikoloji son sınıf öğrencisiydim ve yapmak istediğim birçok şey vardı, hayatımda daha önce yapamadığım, yaşamak istediğim tonla şey... Bunu hak edecek bir şey yapmamıştım.

Kuvvetli bir hıçkırık daha koptu ve ağlayışım şiddetlendi. Ellerimin tersiyle gözlerimi sildim, burnumu çektim. Hava kararıyordu. Ben bir günümü daha, burada geçirmiştim. Bir şeyler bulma umuduyla bir kez daha etrafımı taradım; fakat nasıl bir yerde bulunuyorsam işe yarar hiçbir şey yoktu; burada kirden krem rengine dönmüş, üstünde kaç insan öldürüldüğünü bilmediğim bir sedye vardı. Benim de orada öldürüleceğimi, kanımın; sedyenin üstünde kuruyan farklı tonlardaki kanlara karışacağını biliyordum. Odanın köşesinde metal bir dolap vardı fakat içi boştu ve hiçbir şeye yaramıyordu. Onun ötesinde, oda tamamen boştu. Evin dışında, bir barakada veya türevi bir şeyde olduğuma inanıyordum. Lokasyonumuz ormanın derinliklerindeydi, kapıdaki buğulu camdan görünen yeşillikleri kaynağım alarak böyle düşünüyordum. Ne kadar bağırırsam bağırayım kimseye sesimi duyuramamıştım. Camı kırmayı çok kez denemiştim fakat kapı da cam da oldukça sağlamdı.

Beni kaçıran adamın kim olduğunu bilmiyordum. Zayıf, genç biriydi. Gözlük takıyordu. Kısa saçlara ve büyük, sivri bir çeneye sahipti. Cılız görünüyordu fakat oldukça çevikti, ayrıca, ben de cılızdım. Ona karşı koyamamıştım. Beni buraya getirdiği ilk gün, psikoloji bilgime güvenerek laçka davranışlar sergilemiştim ve bu onu sinirlendirmişti. Karşılığını, beni öldüresiye döverek ve iki parmağımı kırarak aldı. Ondan özür dilememi yoksa bir elimi keseceğini söyledi.

The EpilogueHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin