08

1.1K 188 116
                                    

derin bir nefes verdim. yemek molasından hemen sonra kendi ofisime geçmeden önce teklifi sunmayı amaçlıyordum. eğer bacaklarım işini yapmayı becerir ve düğümlenip yerle öpüşmemi sağlamazsa her şey iyi gidebilirdi. şu an içimde biriken cesaret zirvelerdeydi. kapıyı çalıp gelecek tepkiyi bile beklemeden kulpu aşağı indirdim ve içeri adımladım. bakışları saniyelik bana döndü ama her ne ile uğraşıyorsa işini yapmaya devam etti. "kolay gelsin efendim..." duraksadım. efendim demek garip hissettirmişti. fakat ne yazık ki ağızdan çıkan sözün geri dönüşü olmuyordu.

"rahatsızlık verdiğim için özür dilerim. sizinle bir şey konuşmak istiyorum." bakışları bana tırmandı bilgisayarından. "söyle jisung." elimi enseme attım ve gülümsedim. bedenimin kontrolünü yavaş yavaş kaybediyor gibi hissediyordum. "aslında şirkette konuşabileceğim bir şey değil. izniniz olursa sizi iş çıkışı bir yere davet etmek isterim." teklifine şaşırmış olsa da kabul etti. teşekkür edip odadan ayrılacaktım ki aklıma gelen şeyle geri döndüm. "şey..." bakışları bana döndü yeniden. "henüz çevreyi pek gezme fırsatım olmadı bu yüzden gidilebilecek güzel yerleri pek bilmiyorum. siz bıraksanız olur mu?"

çılgınca bie şeydi aslında. birini konuşmak için dışarıya davet ediyorsunuz ama onu götürebilecek mekân bilmiyorsunuz. üstüne üstlük onun sizi götürmenizi bekliyorsunuz. biraz utanç vericiydi ama benim onu bir yere götürüp kaybolmamızı sağlamam ve her yeri dökülen bir yere davet etmemdense bu utancı taşımayı yeğlerim. başıyla onayladı beni sadece. hafifçe eğilirken "teşekkür ederim, size borçlandım." bir şey demesine izin vermedim, çünkü daha fazla uzatıp rezil olmaya niyetim yoktu, ve odadan çıktım.

kendi ofisime geçerken elimi kalbimin üzerine koydum. biraz daha hızlı atarsa göğüs kafesimden fırlayıp yere düşecekti. hızla sandalyeme oturdum ve başımı koltuğa dayadım. etrafımda dönerken sandalyenin tekerlerinin keyfini sonuna kadar çıkarıyordum ama aklım tekerleklerde değildi. tamamen yapacağım konuşmaya odaklıydım. şirkete girdiğimden beri bu anı bekliyordum resmen. heyecanla birkaç tur daha dönünce başım dönmüştü, anında durup yüzümdeki gülümsemeyle bilgisayarı açtım.

belge işlerini halletmiş olsam da toplantıyı hâlâ eklememiştim. bilgisayarın açılmasını beklerken çaldığım ıslıkla küçük bir ritim bile tutturmuştum. sonunda açıldığında kendine gelmesini bekleyip klasöre tıkladım. her ne kadar çok eski bir model olmasa da iş görüyordu ancak bazen kasıyor ve işimi yapmama engel oluyordu.

önceki birkaç dosyaya tekrar göz gezdirip yapılan toplantıyı detaylarıyla birlikte yazdım ve kaydettim. geriye kalan tek şey çıkış saatini beklemekti. öyle de oldu. saat beşe dek tek yaptığım şey sakince bilgisayardan açtığım müziği dinlemekti.

çıkış saatine on dakika kala şarkıyı kapatıp toparlanmaya başladım. bütün işlerimi bitirdiğimde bakışlarım saatlerdir uğramayan bir yere, yandaki ofise takıldı. minho çoktan çıkmış olmalıydı, odasında görünmüyordu. kaşlarım çatılırken beni aşağıda beklediğini düşündüm ve kapıya yöneldim. son bir kez odayı kontrol edip kapıyı açtım. ancak kapı tam olarak açılmadı ve arkasında duran bir şeye çarptı. aralıktan sıyrılıp kapının çarptığı şeye baktım.

minho, elini alnına dayamış bir şekilde iki büklüm duruyordu. endişeyle yanına yanaştım ama ne yapacağımı ben de bilemiyordum. ellerimi iki yana sallayarak özür dilemeye başlayınca beni fark etmiş olacak ki alnını bırakıp duruşunu düzeltti. görünürde herhangi bir yarası veya kanaması varmış gibi durmuyordu ama müdahale edilmezse şişecekmiş gibi bir havası vardı. hafiften kızarmış gibiydi sanki. birkaç kez eğilip özür diledim yeniden. sonunda beni omzumdan tuttu ve eğilmemi engelledi. "sorun değil, kapının arkasında durmamalıydım. hazırsan çıkalım."

ice cream, minsung ✓Where stories live. Discover now