17 (2. Kısım)

175 30 44
                                    

On saniyeyi on dakikaya çevirip kafamda türlü türlü senaryolar yazdığım bölüm 2

Artık kar yağmalıydı. Güneş, gökyüzünü yer yer mesken edinmiş bulutların arasına girip çıkıyor, hiçbir etkisi olmayacağı hâlde yeryüzüne görünerek umut dağıtmaya devam ediyordu. Üzerime beni daha şişman göstereceğini bildiğim ama başka bir şansımın olmadığı kırmızı kalın montumu geçirmiştim. Boynumu kalın ve uzun bir atkıyla sarmış, saçlarımı da taktığım uzun, ucu toplu siyah şapkamın içine sıkıştırmıştım. Beyaz ve ruhsuz yüzümün yalnızca göz kısmı açıktaydı. Buna rağmen, arada esen rüzgârlarla titriyor ve üşümemi en aza indirmek için olabildiğince hızlı yürümeye çalışıyordum.

Yavuz kadar olmasa da ben de çok üşüyen biriydim ve kışın ortasında soğuğun kırılması için gereken kar, biraz daha yağmazsa katil olabilirdim.

Ellerimi montumun cebine sıkıştırdım ve sanki işe yarayacakmış gibi iyice bastırdım. Cebin iç kumaşı, gerinebildiği kadar gerinse de ısınmama yardımcı olmadı.

Eser'le buluşacağımız yer, ona o kadar da uzak olmayacak bir yerdi. Geçen seferin yorgunluğunu hatırlıyor ve onu haklı buluyordum. Çok büyük bir şehirde yaşamasak da burada da iş giriş çıkış saatleri yollar tıkanıyor, yolculuk işkenceye dönebiliyordu. Üstelik onun gibi çok az uyuyan biri için katlanılmaz bir baş ağrısı bırakabilirdi ki yaşadığı acıyı anlayabilirdim.

Geçen sefer gittiğimiz kitap kafenin önüne yerleştirilen masalardan birine oturdum. Eser, dışarısının soğuk olmasına, bunu ona söylememe, hatta birazcık da yalvarmama rağmen burada oturmamızda ısrar etmişti. Kimse olmazdı; böylece hem kimseyi rahatsız etmezdik hem de biz rahatsız olmazdık.

Donardık ama.

Olsun.

Rahatsız olmayalım da.

Kafenin içi, geçen sefer geldiğimden daha cezbediciydi şimdi. Kahverenginin birçok tonuyla dolu rafları; üç duvarı da kapsıyor, küçük, orta alanda birkaç yere yerleştirilebilmiş masa ve sandalyeler, içerisini iyice küçültüyor, sıcak, sıcacık bir ortam hissi veriyordu. Annemin söylenmesini birazcık da olsa kesmesi için yanıma aldığım, test kitaplarıyla dolu sırt çantamı bir işe yarayacakmış gibi iyice kendime yasladım, ona sarıldım. Gözüm, arada bir kafenin içindeki ambiyansa kayıyor, fakir ve aç küçük çocuklar gibi içim çekiliyordu.

AY! Dur, bu biraz Yeşilçam-vari oldu. Neyse.

Eser'in, insanların rahatsızlıklarını bu kadar düşünmesini kafama takmamam gerekiyordu. Sonuçta o öyle bir insandı ve ben de onu öyle kabullenmiştim ama sonra buraya gelmememizin sebebi aklıma geldi.

Eser bana bir şey söyleyecekti.

Onunla ilgili.

Onun nasıl bir insan olduğuyla ilgili bir şey.

Soğuğu, içerideki sıcağı, donmayı, mayışmayı; her şeyi bir kenara koydum ve elime telefonumu aldım. Ben yaklaşık on dakika erken gelmiştim ama Eser'in çok geçmeden burada olacağına emindim. Onun gibi düzen manyağından dakik olmasından başka bir şey beklenmezdi.

Kitap kafe, küçük bir caddenin alt sokağındaydı. Zaten yaşadığım yer, genelde sessiz ve sakindi. Nüfus kalabalık değildi, iş giriş çıkış saatlerinin haricinde trafik olmazdı. Işıklarda durmaları dışında öyle birbirini takip eden arabalara çok rastlamazdınız. Bu yüzden gürültüsüz bir kafede oturmak istediğinizde bunu elde edebiliyordunuz. Etrafıma bakıp kimsenin olmadığını görmek, o kadar da yabancı gelmedi ama sessizliğin içinde adımlayan bir çift ayakkabı sesi duyduğumda bir ürpermedim değil.

Arılar ve ErkeklerWhere stories live. Discover now