BİR ŞAKA

4 0 0
                                    

Konya Hapishanesi'ne ilk girdiğim gün Cavit Bey'le tanıştım. Beni ihtilattan menederek (sanıkların ya da tutukluların görüşmesini, bir araya gelmesini engelleme) başgardiyanın yattığı odaya kapamışlardı. Gece olunca nöbetçi gardiyan kapımı açarak beni yukarıya, -yüze gelen mahpuslar- koğuşuna götürdü.

Gaz lambalarının asılı durduğu duvarların kenarlarındaki minderlere oturarak yavaş yavaş konuşan, mangalları karıştıran, fasulye ayıklayan, Kuran okuyan mahpusların arasından geçerken hepsi süratle yerlerinden kalkıyorlar, -geçmiş olsun beyim!- diye mırıldanıyorlardı.

Gardiyanla beraber ufak bir odaya girdik. Burada dört beş kişi vardı. Kapı açılınca -şırrak!- diye bir tavla kapandı. Fakat oyuncular gelenin köse gardiyan, yani ahbap olduğunu görünce tavlayı telaşsızca bir kenara koydular. Ötekiler duvar kenarında yığılı duran ve üstleri birer halı ile örtülen yataklara yaslanmışlardı. Gözleri yarı kapalı, düşünüyorlar veya düşünmüyorlardı. Köşede, bir mangalın başında, saçları makine ile kesilmiş, çok zayıf bir adam oturuyor, çay demliyordu. Gözleri küllü ateşte, hafif hafif sallanırken dudakları da kımıldıyor gibiydi. Yaşı otuz beş sularında olabilirdi. Bizi görünce odadakilerin hepsi ayağa kalktılar: -Geçmiş olsun, buyurun şöyle...- diyerek yer gösterdiler. Kim olduğumu söylemeye hacet yoktu. Hepsi haber almışlardı.

Çay demleyen adamın yanına oturduk. Bu adam Cavit Bey'di.

Bu Cavit Bey Adapazarı taraflarında bir yerde muhasebe-i hususiye memuru iken bacanağını vurmuş. Neden vurduğu pek belli değil. Sinirli bir adam olduğu için ihtimal birden bir parlama neticesinde bunu yapmış. Galiba karısını bacanağından kıskanıyormuş. Aradan sekiz sene geçtiği ve Cavit Bey Konya'ya gönderileli ancak altı ay olduğu için işin esasını öğrenmek kolay değildi. Yalnız dışarıda iken pek huysuz, kavgacı, rakıya düşkün olduğunu söyleyenler vardı. O zaman on beş sene vermişler. Karısı ve şimdi on dört yaşlarında olması icap eden bir oğlu, o vakadan sonra kendisiyle bütün alakayı kesmişler.

Cavit Bey bunlardan hiç bahsetmezdi. Hatta onun hapishanenin dışında da yaşamış olduğunu tahmin etmek güçtü. O burada hapishanenin taşlardan, demir parmaklıklardan, candarmaların mavzerlerinden ayrı olan maneviyatını, ruhunu yaşatıyordu. Doğrudan doğruya hapishanenin manevi tarafıydı.

İlk günlerde bana başucundaki rafımsı yerden aldığı el yazması bir kitaptan Tur Dağı'na (Musa Peygamber'in Tanrı'yla karşılaştığı dağ), Hallac-ı Mansur'a (asılarak öldürülen (M.S. 922) bir mufasavvıf), Münkir, Nekir'e (ölümden sonra insanları sorguya çekeceklerine inanılan iki melek) dair yerler okurdu. Kitabın koyu vişneçürüğü ile kahverengi arasındaki meşin cildi kurt yeniği içinde ve dökülmek üzere idi. Kabın iç sayfalarında acemi yazılar, içi esrarlı çizgilerle dolu daireler, vezni bozuk beyitler vardı.

Onun eski hayatı hakkında duyulanlara inanmak güçtü. Akşamları az ateşli mangalın başında hafif hafif sallanan, gayet yavaş sesle konuşan, kendisine bir şey söylendiği zaman ilkönce anlamayarak insanın yüzüne saf bir gülümseme ile bakan, sonra bir cevap verebilmek için gözlerinin kenarını buruşturup alnını gererek kendini zorlayan bu adamı başka türlü, mesela rakı masası başında tasavvur etmek elden gelmiyordu.

Mahpuslar yalnız paralılara ve zorbalara itibar ettikleri halde Cavit Bey'e merhametle karışık bir hürmetleri vardı. Bazan istidalarını ona yazdırıp beş on kuruş verirlerdi. Hiçbir yerden on parası gelmeyen ve devletin verdiği bir tayına kalan bu adama hali vakti yerinde mahkumlar para, erzak vererek yardım ederlerdi.

Bu da onlara, akşamları gene o hafif sesiyle dini ve mistik dersler verirdi. Ve onlar bu karmakarışık ve içine Arapça cümleler serpiştirilmiş sözleri hiçbir şey anlamadan derin bir alaka ile dinlerlerdi.

Bütün Öyküleri IHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin