bir : ölü canlar

24 2 5
                                    

29.02.24 başladığınız tarihi bırakabilirsiniz >>

*

Ölümden kaçarken, ona tutunmak ne de komiktir aslında.

Yalnızca hüzün barındıran bir sokakta yürürken, takırdayan ceplerinizde çınlayan son iki şarkınız kalmışçasına bir his, göz göze değmeyen bir fırtına sarmışken etrafı yalnızca titreyerek içinde bulunduğunuz hüzün dolu melodide aynı sözleri tekrarlıyor ve bu trajedi yarımadasında hayatta kalmaya çalışıyorsunuz.

Bilindik ritimler, bayağı kahkahalar ve yalnızca dörtlüklerden oluşan ölümsüz şiirler kadar yapayalnız ve bulanık geçiyor günleriniz. Gözlerinizdeki çiçekler, ayak diplerinizdeki toprağa kendi kuyularını kazıyor ve fark etmeden üzerlerine basıp geçiyorsunuz, sanki bir gün başınıza dikilip adınızın yazdığı buz soğuğu taştan hesap sormayacaklarmış gibi.

İşte yaşadığım bu yetmiş iki senelik ömrüm ve henüz on sekizindeki toy zihnim, bir çaput gibi ipe bağlanmış bedenimle beraber, belki de ayaklarım son defa zemine değerken, biz insanoğlunun ne de vahşi fakat bir o kadar da korkak olduğunu haykırıyordu gökyüzüne.

Yaşlı olmasam da bilge, kör olmasam da zekiydim ancak bir türlü şaşırmadan edemiyordum bu geceyarısı canavarları gibi etrafımızda toplaşmış, her sene yapılan katliamı bir giyotin fıkrası gibi en güzel kıyafetleri ile izlemeye gelmiş ahmak ruhların ait olduğu vücutları. Kese kağıtlarında mısırlar, ellerine modern kameralar almışlardı ve sanki benim kalemimi tutan yazar, bir anlığına oturduğu masadan kalkıp gitmiş, saatlerce üzerime esen rüzgarla pasaklanmışım gibi, bu vahşet karşısında bir defa daha irkilmiş ve titremiştim tenime çarpan keskin havayla.

Birazdan son nefesim kokacak gibiydi oysa. O kokuyu bir ben soluyamayacaktım.

Onlara birer insan demeye çekiniyor, ve bu zavallı bedenim birazdan toprak için cesetleşecek olsa dahi boyun eğmeyi kesinkes reddediyor ve başım dik, çıplak ayak parmaklarım son kez değdiği ahşaba sertçe basıyor ve yıpranmış, tarihteki her tozlu sayfaya apaçık şahitlik etmiş yorgun gözlerim kendine değen arsız bakışları inceliyordu.

Birininki hariç.

"Sakın." Dedim baskın ve net bir şekilde. "O burnunu bir defa daha çekip ağlamaya başlarsan, elimdeki iplerden ne yapar eder kurtulur, pataklarım seni."

"A-abla.." kesik kesik, yıpranmış sesi, küçük kardeşimi bundan altmış dört sene evvel kucağıma ilk aldığım gün olduğu gibi, küçük kolları ve yumuk yumuk ayaklarını kendinden habersizce sallayıp sağa sola huysuzca bağırması gibi hissettirdiğinde, başımı aynı kararlılıkla iki yana sallasam da, "Onlara bu kozu verme." Diyordum. "Sakın zaaflarını, gözyaşlarını sunma bu taş kalpli pisliklere."

Ölümümden önce bana eğilmiş başını fırsat bilerek son defa mis kokulu saçlarını öpüp iyice içime çektim bu soluğu, her bir saniyesi boyunca sona yaklaştığımı hissetmek karnımın kasılıp midemin iyice buruşmasına sebep olsa da hiç taviz vermedim halimden. Ablalar, küçük erkek kardeşleri için hep bir kalkan, annenin daimi yarısı olurlardı. "Bu bizim savaşımız değil, canım." Dedim dolan güzel gözleri hala bir umut arar gibi sıramın gelmesini bekleyen insanlarda turlarken. "İçini ferah tut, başın da yukarıda," istediğim gibi göz göze geldiğimizde gülümseyerek, "Postürünü düzelt." Diye ekledim. "Sekiz sene boyunca seni cennette bir hurma ağacının kıyısında bekleyeceğim, ağladığını görürsem sekiz sene beklemem gelir musallat olurum sana."

"Şimdi bile mi?" Güzel oğlanım, biriciğim inanamıyormuş gibi sorduğunda, merakla kaşlarımı kaldırdım, ellerim bağlı, ayak topuklarım zar zor kısa, bacakları topal bir sandalyeye basıyor olsa da. "Şimdi, şu haldeyken bile bana mı teselli veriyorsun? Gülümseyebilir miyim sanıyorsun!"

yirmi dokuzdan önce Where stories live. Discover now