ÖLÜLER BAYRAMI

4 1 0
                                    

Şeker mi, ölüm mü?

"BU BERBAT BİR FİKİRDİ!" diye fısıldadım. Fısıltılarım etraftakiler tarafından 'fısıltı' olarak algılanmamış olmalı ki, bana garip garip baktılar.
Kavalyem olmak için kendini yerlere atan Bel, şimdi korkaklıktan neredeyse altına yapacaktı. Onun dehşet ile buruşmuş suratına bakıp kıkırdadım.
Bana ters ters baktı. "Komik olan ne?"
"Alfabetik olarak mı sıralayayım yoksa kronolojik olarak mı?" Gözlerini devirdi. Sanırım bu çeneni kapa anlamına geliyordu. Mélās üzerimizi değiştirmemiz konusunda çok ısrar etmişti, ama bu ısrarı dikkate alan tek kişi Nemesis olmuştu. Artık tek bedende olduğumuz için benden ayrı hareket edemeyeceğini biliyordum. Keşke üzerimi aniden değiştirme takıntısında da benden ayrı hareket edemeseydi. Mélās bunu der demez, ben daha itiraz etmek için ağzımı bile açamamışken üzerim klasık bir  puf! sesi ile değişti. Değişen tek kişi ben değildim. Kendini kavalyem ilan etmiş Bel'in de üstü bir anda değişivermişti. Sanırım elmanın yanında armut olmasın diye yapmıştı bunu. "Ölüler bayramını neden böyle şen şakrak kutluyorlar?" dedi garip bakışlarını etrafta gezdirirken. "Yaşayanların yararı olmadığını fark edince ölülerden medet ummaya başlamışlardır belki."
Geçtiğimiz sokakta bir kadın delice dans ediyor, insanlar -ve canavarlar- onu alkışlıyordu. Kırmızı elbisesini oradan oraya savuruyor, saçları gibi sarı gülücüklerini onu izleyenlere bahşediyordu. Etrafındaki orkestrayı bir yerden tanır gibi oldum. Kolsuz eller, asla bitmeyen müzik... Temiz havayı içime çekerken takılacağım en son şeydi orkestra. Bel elini belime dolamıştı. Beni sahiplenmekten çok, kendisi kaybolmaktan korkuyor gibiydi. Anlaşılan bu gece daha çok gülecektim. Aslında kafamın bir bölümü onunla aynı soru işaretlerini paylaşıyordu. Neden herkes bu kadar mutlu... Ve kusmama neden olacak kadar renkliydi? Bizde öyleydik. Üzerimdeki toga'nın belinde renkli çiçeklerin bir araya gelmesi ile oluşmuş bir kemer vardı. Saçlarımın tepesinde bir çiçek tacı, togamın omuz kısmında ise küçük, iğneli bir kurukafa broşu vardı. Kurukafa eriyen mum damlalarının dondurulması ile yapılmıştı. Bunu nasıl yaptıkları hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Sokağa çıktığımız anda ellerimize tutuşturmuşlardı. "A-Asteria..." dedi Bel şaşkınlıkla. "Benim gördüğümü sende görüyor musun?" Yine neyi abarttığına bakmak için gözlerini diktiği yere döndüm. Tanrım, kesinlikle abartmıyordu!
Kapıların simsiyah demirleri sarmaşık ve iris çiçekleri ile kaplıydı. İçerisi sayısız insanla dolup taşıyordu. Şarkı söyleyen bir adamın bas ses tonunu duyabiliyordum. "İnsanlardan hiç hazzetmediğimi söylemiştim." dedim kalabalığa bir zombi sürüsüymüş gibi bakarak. Bel beni kolumdan tutup çekiştirdi. "Lütfen, Teria içerinin güzelliğine bir bak! Öylece dikilirsek kapı açıldığında nasıl içeri gireceğiz hem?" Tüylerim ürperdi. Birde kapı meselesi vardı tabii. Gözlerim Isies'i aradı. "Isies şaraplar servis edilmeden geleceğini söylemişti." dedim.
"Daha servis edilmediler. Hem o dev kuklanın hazırlıkları uzun sürüyordur. Artık içeri girebilir miyiz?" dedi. Bahanelerimin tükendiğini fark ettiğimde başımı huysuz bir kız çocuğu gibi salladım ve somurtarak içeri adım attım. Kapıdan içeri attığım tek adımla, vücudum enerji doldu. Saniyeler içinde kendimi kahkahalar atarken buldum. Kalabalığın içinde delicesine dans ediyor, bilmememe rağmen şarkıya eşlik ediyordum. Dakikalarım böyle böyle tükendikten sonra, Bel beni yanına çekti. "İnsanlardan hazzetmeyene bak sen." Güldüm. "Ah, Bel bana ne oldu bilmiyorum ama o kadar enerji dolu hissediyorum ki!" Benim kadar heyecan dolu olmasa da, kahvaltıdaki endişesinden eser kalmadığını görebiliyordum. Kapıların ardı, gireni çıkmak istemeyecek kadar etkileyecek sayısız efsunla kutsanmıştı sanki. Kalabalığın birden bire bir daire oluşturduğu dikkatimden kaçmadı. Tahminimce ortalarında biri vardı, ama kim olduğunu buradan göremiyordum. Şaraplar kolsuz eller tarafından servis edilirken, ellerin bir kısmının iskelet eli ya da ayı pençesi -veya kedi patisi- olduğunu fark ettim. Kaşlarımı çatıp ilginç bulduğum şeyleri incelerken -ki bu her şeyi incelediğim anlamına geliyordu- gökkuşağı rengindeki şarabımdan bir yudum aldım. Bu hayatım boyunca tattığım en mükemmel şeydi! Biraz jölemsi bir kıvamı vardı, içtikten hemen sonra tadı damağınızda beliriyordu ama çabuk kayboluyordu. Yapısı bakımından bal gibiydi. Her şeye rağmen mükemmeldi. Bel ile yemeklerin olduğu masaların yanında dikiliyorduk. Tabağına biraz gorgon gözü* koymak için gelen yaşlı bir adam yanındaki köpek kafalı kadına bir şeyler anlatıyordu. "Atalarım bu bayramda Nektar'ın* vazgeçilmez olduğunu söylemişlerdi. Tatmak için sabırsızlanıyorum." Tam da bu sözleri üzerine gelmişti şaraplar. İçtiğim şeye Nektar deniyor olmalıydı. Aldığım her yudumda bedenime yayılan sıcaklık ve güven hissi kalbimin pır pır etmesine, yüzümde tebessümlerin yeşermesine sebep oluyordu. "Isies birazdan gelir." dedi Bel. Bu varsayımının neye dayalı olduğunu soracaktım ki, dans eden insanların arkasından koşturan, panikle odun taşıyan adamları buldu gözüm. "Evet." dedim ona hak vererek. "Birazdan gelir."
"Mélās'ın dedikleri hakkında ne düşünüyorsun?" diye sordu bana. "Dehşet verici olduğu kadar da büyüleyici." Yüzünde şaşkın bir ifade belirdi. "Mélās mı?"
"Hayır, şapşal. Sen bir soru sordun ve bende bir cevap verdim."
Rahatlamış gibi görünüyordu. "Ah, evet." Kızardı. "Ben Cehennem Kapısını kastetmiştim."
"Bende." dedim onu onaylayarak. Bilgilerini taze tutmak istercesine mırıldandı. "Gece yarısında kapı açılacak ve ölüler bir geceliğine dirilecek."
"Hayır!" diye azarladım onu. "Kimsenin dirildiği falan yok. Sadece yakınları onları onurlandırmak için kutlamaya gelmiş ölüler bu gece cehennem kapısından geçerek yeryüzüne bir hayalet formunda, partinin sınırları içerisinde seyahat edebilecek. Sadece bu gecelik."
"Şuana kadar yeryüzünden yeraltına bu kapıdan geçen hiç olmuş mudur ki?" dedi gergin gergin gülerek. "Biz ilk olacağız." dedim.
Kalabalığın tezahüratları ve kızların çığlıkları merakımı hat safhaya ulaştırmıştı. O dairenin içinde bu kadar hayran olunabilecek kim duruyor olabilirdi ki? Nektarımı masaya bırakıp Bel'in meraklı bakışları eşliğinde kalabalığa doğru ilerledim. İlk gördüğüm şey kıvırcık, sarı bir saç öbeğiydi. Saçlarının tepesinde bir defne tacı vardı. Kalabalığı yardığımda renklerin ardında adeta kamufle olmuş bir adam çarptı gözüme. Dairenin en ortasında neşeli bir şarkı söylüyor, sözlerin dehşet verici bir ölümü anlatmasını kimse umursamıyordu. Adam bülbül gibi şakırken, elindeki liri inanılmaz bir uyumla çalıyordu. Son sözlerini söylerken lirin son notalarını titretti, ardından büyük bir alkış koptu. Adam tebessüm ederek ellerini (eğik) ah, hadi ama aynı cümle içerisinde altodan basa çıkıp, hiçbir erkeğin inemeyeceği kadar tiz sese -sopranoya- indim o kadar, abartılacak bir şey yok dercesine elleri ile alkışları savuşturdu. Kızlar oğlanları ittirip adama tezahürat yaparken, kahverengi saçlı bir kız tarafından neredeyse eziliyordum.
Adam işaret parmağını dudağına götürdüğünde etrafı ölüm sessizliği sardı. Herkes heyecan oldu bir şekilde adama bakıyordu. Beni ezmek üzere olan kahverengi saçlı kız, "Lütfen ben olayım, lütfen ben olayım." diyerek ellerini birleştirmiş dua ediyordu. Neyi beklediklerini anlayamıyordum. Adam lirin tellerinde son bir kez parmaklarını gezdirdi, ardından liri çevik bir hareket ile göğe fırlattı. Herkes çığlıklar içinde liri yakalamaya çalışıyordu. Lir yere doğru düşmeye başladığında kızlar birbirlerinin üzerine çıkıp kule oluşturmuştu, erkekler ise kaba kuvvet kullanarak birbirlerini lirden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Liri kahverengi saçlı kızın önündeki sarışın yakaladı. "O BENİM HAKKIM SENİ SİNSİ YILAN!" diye haykırdı kahverengi saçlı kız ve sarışın kızı saçından tuttuğu gibi çekiştirmeye başladı. Zavallı kız üzerine o kadar insan çullanınca ne yapacağını bilemedi ve çığlıklar atıp debelenerek kendini kurtarmaya çalıştı. Liri bu sefer siyah saçlı bir oğlan kaptı. Bir kız elindeki bardağı oğlanın kafasına kırdı ve liri aldı. İnsanlar liri hala sarışın kızda sanıp onun üzerine çullanırken diğerlerine göre daha küçük görünen bir oğlan, "Liri o aldı!" diye haykırarak elinde kırık şarap bardağını tutan kadını işaret etti. Tüm çığlıklar birden bire kesildi ve herkes pür dikkat kıza döndü. Kızın titreyen ellerinden kırık kadeh çimlerin arasına düştü ve arkasına sakladığı liri sımsıkı tuttu. Liri-kapamayanlar-ekibi kendi arasında kısaca bakıştı, ardından savaş naraları eşliğinde kahverengi saçlı kızı bırakıp diğer kızın peşine takıldılar. Bu savaş naralarının arasında "BROŞUMLA GÖZLERİNİ OYACAĞIM!" diyen bir kadın, onu kanını emmekle tehdit eten bir vampir ve daha yaratıcı naralara sahip olan ("BEYNİNİ FARELER Mİ KEMİRDİ SENİN? O LİRİ SENİN BECERİKSİZ ELLERİNE BIRAKACAK DEĞİLİZ, DEVEKUŞU BACAKLI!") bir adamda vardı. Adam tüm bu olanlar günlük şeylermiş gibi esneyerek kalabalığın birbirini parçalamasını izledi. Bir tek benim ne yapıyor bu aptallar bakışı ile onları izlediğimi fark edince, yüzünü önce şaşkınlık sonra da hafif bir tebessüm kapladı. Lir adamın elinin tek hareketi ile kalabalığın parmaklarının arasından sıyrıldı ve benim ayaklarımın dibine kondu. Kalabalıktan şaşkın nidalar yükseldi. O nidalardan biri de bana aitti. Bir an üstüme atılacaklarını sandım ve geriledim, ama adam bana doğru adım atanlara durmalarını işaret etti. Kahverengi saçlı kız dahil olmak üzere, aralarından birkaç kız gözyaşları içinde kol kola girdiler ve birbirlerini sakinleştirmeye koyuldular. Kalabalık yavaş yavaş dağılırken ekibin en önündeki vampir bana dişlerini göstererek hırladı ve pelerinine gömülüp yok oldu. Boş bakışlarımı önce lire, sonra adama diktim. Sonra yapabileceğim en mantıklı şeyi yapıp liri yerden kaldırdım ve adama uzattım. "Düşürdünüz sanırım." dedim. "Ya da... Fırlattınız." Güldü. "Ah, evet sık sık yaptığım bir şeydir." Gözlerimi lirin üzerinde gezdirdim. Tek bir çizik yoktu. Sık sık fırlatılmışa benzemiyordu. "Tebrikler!" dedi kollarını iyi yana açarak. "Lirim emrindedir." Bu 'Kılıcım emrinizdedir'in daha kibar ya da daha garip bir versiyonu muydu? Sanırım. Ellerimi lirin tellerinde gezdirdim. "Şey... Teşekkürler. Ama neden?" Omuz silkti. "Hep yaptığım bir şeydir. Şarkı söylerim ve bittiğinde lirimi çılgın hayranlarımın arasına fırlattım birbirlerini parçalamalarını izlerim."
"Biraz garip birisiniz..." Ona hitap edecek bir isim ya da lakap aradım ve aklıma ilk geleni söyledim."...Bay Lir Fırlatan."
Tiz bir kahkaha kopardı. Ses tellerinin bu kahkahadan sonra hala yerinde olup olmadığını merak ettim. "Apollon.*" dedi. Etrafa bakındım. Ay gökte yükseliyordu, güneşten iz yoktu. Ölüler Bayramına gelecek son Tanrı olmalıydı. "Nerede?" Gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı. "Şarabı biraz fazla kaçırdın galiba?"
"Aslında yedi yudum içtim-"
"Apollon benim."

...

Bu üç nokta boyunca ne mi yaptım? Ağzım dört karış açık, onu çölde su bulmuş gibi şaşkınlıkla inceledim. "Ben... Memnun oldum." Ekledim. "Efendim." Kendimi toparlayabildiğimde konudan bağımsız bir soru sormaya karar verdim. "Az önce çaldığınız şeyin adı neydi?"
"Birincisi o şey değil, bir şarkı. Çaldığım şeyin adı lir, doğru soru 'Söylediğiniz şarkının adı ne?' olacaktı. Doğru soruyu sorduğunu varsayarak cevaplarsam, şarkının adı 'Ölüm Senfonisi'. Orpheus'un Eurydice'ın anısına bestelediği bir senfoni." İç çekti. "Oldukça hüzünlü. Her çalışımda kalbimin durduğunu, yıldızların söndüğünü ve bir defne ağacının daha yeşerdiğini hissediyorum.*" Eli saçlarının tepesindeki defne tacını buldu.
"Eğer sizi üzüyorsa... Neden çalmaya devam ediyorsunuz?"
Buruk bir gülümseme yayıldı yüzüne. "Bazen bir şeyleri unutmanın en iyi yolu, onları göz önünde tutmaktır. Bir süre sonra sıradanlaşırlar, onları unutmak istediğini bile unutursun. O zaman ölürler, anılarında yok oldukları zaman. Ama benim ilahi hafızam unutmaya pek elverişli değil, Augustus."
Önüme gelenin adımı bilmesi korkutucuydu. Ama buna takılmayacak kadar dalmıştım. Söyledikleri beni düşünmeye itiyordu. Birden bire omuzlarımı dikleştirdim. Aklıma bir şey gelmişti. "Siz o yüzden mi?..." Sessizleştim.
"O yüzden." dedi hiç düşünmeden. "Daphne'nin ruhu eğer yeraltına ulaşmışsa, belki... Belki bu sefer çağrıma yanıt verir. Haklısın, Ölüler Bayramına gelecek en son Tanrıyım. Ama asırlardır yapıyorum bunu. Belki son bir kez daha görürüm onu diye." Boğazıma bir yumrunun oturduğunu hissettim. Bu cümleler... Nasıl desem, bir Tanrıdan beklenmeyecek kadar dürüsttü.
Bacaklarımı kırarak abartıya kaçmadan eğildim. Bunu bir Tanrı olduğu için değil, gerçekten hak ettiğini hissettiğim için yapmıştım. Düşünmeden davranmıştım, dürtüsel hareket etmiştim. Kendi içimde ona saygı duymaya başlamıştım. "Onur duydum." dedim. Gözlerini gökten ayırmadan gülümsedi. "Lirimin güvenilir ellerle olması güzel."
"Hayır, yani evet elbette onun içinde onur duydum. Ama demeye çalıştığım, anlattıklarınız..."
Başını anladığını belirten bir biçimde salladı. "Teşekkürler." diye ekledim tekrardan. Bütün gece boyunca başında dikilemeyeceğimin farkındaydım. "İzninizle..."
"Tabii, tabii." dedi mırıldanırcasına. Ona Daphne'yi görebilmesi için şans diledim, ama içimden. "Görüşürüz, Apollon. Tyche'ın açık olsun." Theos bana böyle demişti. Bir Tanrı'nın benim dileğime ihtiyacı olduğunu sanmıyordum. Uzaklaşırken zihnimi okumuşcasına başını hafifçe sola yatırarak resmi bir teşekkür etti. Adımlarım -babetlerim- beni doğruca heyecanla üçüncü Nektar kadehini bitiren Bel'in yanına götürdü. "Sonunda! Nerelere kayboldun? Isies'in içinde bulunduğu ekip birazdan gösteriye başlayacak. Cehennemin Kapısının açılmasına bir saatten az kaldı. Hem-" Duraksadı. "Asteria? Beni dinliyor musun sen?" Hayır, dinlemiyordum. Ellerim lirin yumuşacık tellerinde geziniyor, bir lire mi yoksa bulutlara mı dokunduğumu kavramaya çalışıyordum. Çıkan notalar birbiri ile uyumsuz dahi olsa kulaklarıma gelene kadar eviriliyor çevriliyor ve kediyken kaplan oluyordu. Dudaklarım hoşnut bir tebessüm ile aralanırken, göz kapaklarım hiç uyanmak istemeyeceğim bir rüyadaymış gibi kapalıydı. Bedenim sarsılırken iç çekerek gözlerimi araladım.
"ASTERIA?" dedi Bel bağırarak. "Ayakta mı uyuyorsun sen?"
"Uyumuyordum." diyerek mırın kırın ettim ama bana kulak asmadı bile. "Bak!" dedi eli ile işaret ederek. Çimlerde, kocaman siyah bir geçit vardı. Boyutu ve duruşu siyah bir sütunu anımsatıyordu. Etrafındaki dikenler ve sarmaşıklar bile çiçekler ile süslenmişti. Kalabalık gösterinin başlamak üzere olduğunu hissetmiş olmalı ki, toplanmaya başladı. En kenarda olduğumuz için görüş alanımız genişti. Cehennem Kapısının hemen önüne sıra sıra dizilmiştik. Aniden fısıldaşmalar son buldu, ve etraf sessizliğe gömülürken birden bire etrafımız alev almaya başladı. Bunun gösterinin bir parçası olduğunu biliyordum, Mélās bahsetmişti. Ama yine de bana Hera'nın bahçesinde olanları anımsatmıştı. "Hanımlar ve beyler!" dedi bir erkek sesi. Hepimiz kapının önüne, yani sesin geldiği tarafa döndük. Bir adam belirmişti. Elinde simsiyah, düz, gösterişten uzak bir değnek tutuyordu. Kafasında bir sihirbaz şapkası vardı. Siyah saçları şapkanın arasından fışkırıyordu, yeşil gözleri ise kalabalığın üzerinde geziniyordu. "Bu o." diye fısıldadı Bel. "O." diye tekrar ettim onu. "Hepinizin Ölüler Bayramı kutlu olsun!" Bir alkış koptu. Islıkları ve çığlıkları -maalesef- duyabiliyordum. Adam şapkasını çıkarıp bir revans yaptı ve tam kafasına takacağı sırada içinden dört tane güvercin çıkıp gökyüzüne doğru uçtu. Kalabalıktan şaşkın nidalar yükseldi. Sihirbaz yapmacık bir edayla şaşırmış gibi yapıp şapkayı geri kafasına taktı. "Gece yarısında, çağrınızın ulaştığı ölüler sesiniz duyacak ve kulak verenler aramıza katılacak. Fakat onları beklerken biraz eğlenmeyelim mi?"
Kalabalıktan "Evet!", "Vu hu!" gibi nidalar ve "O lanet güvercinler kafama işedi!" gibisinden yaşlı bir kadının homurdanması duyuldu. Sihirbaz ellerini birleştirdi, açtığında elinde küçük bir kuru kafa broşu tutuyordu. Liri çantama koyarak kollarımı birleştirdim ve ne olacağını merakla izlemeye başladım. Broşu yakasına iliştirirken, "Aranızdan sadece birinin broşu gerçek." dedi. Kalabalık mırıldanmalar eşliğinde broşlarını yokladı. "Ve benim broşum ile eş. Şimdi sizden yapmanızı istediğim tel şey ateşle oynamamanız. Broşlarınız teker teker alev alacak, (bir panik çığlığı duyuldu) sahteler yeşil alevler eşliğinde erirken, gerçek broş erimeyecek." Ellerini birbirine vurdu ve sürttü. "O halde hazır mıyız?" Kalabalık ıslık çalıyor, bağırarak gerçek broşun kendilerininki olduğunu iddia ediyorlardı. Bunca yetişkinin çocuklar gibi didişmesi komikti doğrusu. Adam boğazını temizledi ve parmağını şıklattı.
Sıranın başından broşlar teker teker alev almaya başladı. Bir, iki ve üç. En son yirmi beşinci broşta alev aldığında saymayı bıraktım. Yeşil alevler broşları erittiğinde hayal kırıklığını belli eden mırıldanmalar yükselirken, sıradaki kişiye geçtiğinde nefesler heyecanla tutuluyordu. Bende nefesini tutanlardan biriydim. Alevler yavaş yavaş yaklaşırken tuttuğum nefesi vermeyi akıl ettim.
Şu ana kadar kimsenin broşu alevlerin içinden sağ çıkamamıştı. Sıra bana gelmeden önce, yanımdaki kızın broşu alevlerin içinden sağ çıkmayı başaran ilk -ve tahminimce tek- rozet oldu. Bu kız liri ilk yakalayan sarışın kızdı. Saçı başı dağılmış, kıyafetleri toprak dolmuştu. Apollon'un hayranları -ben onlara çete demeyi tercih ediyordum- onu doğduğuna pişman etmiş gibi görünüyordu. Yüzünde aniden beliren tebessüm sönüverdi çünkü broş alevlerin içinden sağ çıkmayı başarsa da, alevler ortadan kaybolup bana geçtiğinde kendi kendine erimeye başladı. Kalabalık fısıldaşıyor, şaşkınlıkla ne olduğunu tartışıyordu. Kızın yüzü düşerken sıra bana geldi. Alevler omzumun yanında aniden belirdiğinde çığlık atmamak için zor tuttum. Tenimi ya da togamı yakmıyordu. Sadece sağ omzumun üzerinde ılık bir şeyin varlığını hissettim o kadar. Her şey normal ilerliyordu. Ta ki alevler bir şekle bürünene dek. Broşum eriyordu, fakat sihirbazın gözlerini dikerek doğruca broşuma odaklandığını fark ettim. Gözleri broşumda gezinmeye devam ettiğinde, eriyen parçaları eski haline gelmeye ve hiçbir şey olmamış gibi öylece togamda asılı durmaya devam etti. Yeşil alevler omzumdan zıplayıp çimlerin arasına atladığında, çok geçmeden hayret nidaları panik dolu çığlıklara dönüştü. Alevler neye dönüşeceğine bir türlü karar veremiyor, sürekli şekil değiştiriyordu. En sonunda goblinvâri bir yaratık biçimine büründü. Kocaman, uzun kulakları, yeşilden kahverengiye kayan ten rengi, upuzun tırnakları, elinde değneği ve üzerinde koyun postu olan bir goblin.
Büzüşmüş suratı suyun altında uzun süre durduğumda parmaklarımın aldığı şekli andırıyordu. Kıstığı kaşları ve huysuz bakışları ve koca bir göbeği de vardı. Boyu diz kapağıma kadar geliyordu. Elini yumruk yapıp ağzına yaklaştırarak üç kere öksürdü, ardından elindeki değneği çevirdi. Değnek yerlere kadar uzanan bir parşömene dönüştü. "Lord Apips saygılarını sunar ve (Eğik) Gluk'un -babamın ismini kullandığı için büyü ona engel olmuş olmalıydı- kızını ve arkadaşlarını sarayında ağırlamaktan onur duyar."
"Gluk?" dedi Bel garip bakışlarla beni süzerek. "Kim babamın ismini kullanmaya kalksa, sesi sanki suyun yirmi fersah derininden konuşuyormuş gibi geliyor. Dolayısıyla ne dediklerini anlamam mümkün olmuyor." Ki, maalesef biliyorum, diye eklememek için dudağımı ısırdım. Ölüm. Ölüm bir tür lakap ön ad ya da soyad olmalıydı. Yoksa Nemesis bunu öylece söyleyemezdi. Beni düşüncelerimden sıyıran bir BUM! sesi ile değneğe dönüşen parşömen ve goblin'in konuşması oldu. "Bunlar sizin."
Bize sivri elleri ile birer drachma uzattı. "Ne? Nedir bu?" dedim şaşkınlıkla.
"Saraya giriş biletiniz." dedi ve ardından bir puf! sesi ile yok oldu.
Tüm bunlar olurken sakince izleyen sihirbaz hepsi gösterinin bir parçasıymış gibi -ki değildi- kalabalığa gülümsedi. Drachma'yı çöplüğe dönmüş çantama atarken, bana drachma'yı uzatan yaratığın bir goblin değil gnome olduğunu düşündüm. Ya da umdum diyelim. Lord Apips her kimse bize saygılarını sunuyordu vesaire, vesaire, vesaire... Önemli olan saraya giriş biletlerimizdi.
Sihirbaz değneğine yaslanmış bana öylece bakıyordu. Bakışlarına karşılık verdiğimde tebessüm etti. "Broşumun eşini buldum." Kalabalık isteksizce alkışlarken, sihirbaz bana elini uzattı. Yerimde durmakta dirensem de, babetler benime yine ve yine aynı fikirde değildi. Hırıltılı bir nefes alarak babetlere olan nefretimi sessizce dile getirdim ve her şey normalmiş, ayağımdaki cansız iki çift babet tarafından sürüklenmiyormuşum, onları ayağımdan çıkarabildiğim ilk anda kılıcımla parçalayıp kurtlara yedirmek istemiyormuşum gibi davranmaya çalıştım. Sihirbaz yüz ifadelerimdeki bu garip değişimlere gülerek cevap verdi. Ölümün kutlandığı bu gecede herkes nasıl bu kadar mutlu olabilirdi? Elini tutabileceğim kadar yakınlaştığımda nezaketen tuttum ve bana eşlik etmesine izin verdim. Cehennem kapısının önüne kadar yürümüştük. Kalabalıktan bizi duyamayacakları kadar uzaklaştığımızda, "Dolos.*" diye tısladım hırlarcasına. Tek kaşı havaya kalkarken, dudaklarını hoşnut bir tebessüm sardı. "Hatırlıyor olman garip."
Fikrimi değiştirmiştim, kurtlara yedirmek istediğim babetler değil Dolos'tu.
"Sadece hayatını kurtardım o kadar." dedi omuz silkerek. Yüzünü yüzüme yaklaştırdı. "Basitti."
İşaret parmağımı tehditkâr bir şekilde kalbine bastırdım. "İlahi hayatını ellerinden aldığımda bende aynılarını söyleyeceğim." dedim. "Sadece hayatını sonlandırdım." Yüzümü yüzüne yaklaştırdım. "Basitti."
Benden uzaklaşarak bir kahkaha attı. "Ah, Austie her zamanki gibisin. Hiç değişmemişsin."
"Ama sen değişmişsin." diye homurdandım. "Daha da aptallaşmışsın. Ayrıca bana Austie demeyi de kes." Dudaklarını büzdü. "Austie, Austie, Austie, Austie, Austie... Ah, az kalsın unutuyordum; Austie."
"Benim broşumun yanması gerekiyordu, değil mi? Hile yaptın, sahtekâr."
"İşim bu." dedi son cümleme cevaben. "Hem ne var hile yaptıysam? Sarışın dikkatimi çekmedi." dedi somurtarak çimlerde dikilen kıza bakarak. "Ama sen çektin."
"Bu cümleleri daha önce de söylemiştin." dedim ne kadar tiksindiğimi belli etmek için ses tonumu değiştirmekten kaçınmayarak. "Yaldızlı cümleler sadece."
"Yaldızlı olmaları seni üzüyor mu?" dedi yapmacık bir hüzünlü tavır takınarak.
"Vah, vah."
"Ne istiyorsun?" dedim ona. Gözlerim beni içine çekmeye çalıştığı tuzağın tam da merkezine düştüğümü söyleyen zihnimi susturmak için bir kantı ararcasına oradan orada geziniyor, sürpriz bir saldırı bekliyordu. "Bu kadar macera yaşamak sinirlerini yıpratmış olmalı sevgili Austie. Sana zarar vermeyi göze alacak kadar aptallaşmadım henüz." Gözlerim etrafı taramaktan vazgeçmedi. "Peki, peki." dedi teslim olurcasına ellerini kaldırarak. "Seni buraya keyfimden çağırmadım." Düzeltti. "Yani sadece keyfimden çağırmadım. Seninle konuşmak isteyen bir başkası var." Ben cevap vermeden heyecanlı kalabalığa döndü ve kollarını iki yana açarak coşkuyla konuşmaya başladı. "Bedenim tamamı ile tek parça." dedi göğsünü şişirirken. "Ama şimdi..." Elini kapalı Cehennem Kapısından içeri uzattı, eli kaybolmuştu. Çekti, eli yeniden belirmişti. Kalabalık çılgıncasına alkışlarken bunu nasıl yaptığını çözmeye çalışıyordum. Elbette o bir Tanrıydı, dolayısıyla her şeyi yapabilirdi. Ama yine de sihir numaralarında bir arka plan aramadan duramadım. "Şimdi de kaybolma numarası için Austie bana yardımcı olacak!"

Beni Cehennem Kapsının içine doğru iteklerken "Çok oyalanma." dedi ve göz kırptı. Ardından beni omuzlarımdan kapının arkasında doğru itti. Ve hayır, öbür taraftaki çimlere düşmedim. Doğruca hiçliğin içine düşmeye başladım.

ÖLÜM SEREMONİSİWhere stories live. Discover now