2

446 59 8
                                    

1949

Konağı aydınlatan ışıklar vardı. Evimiz de pahalı diye kullanmadığımız ışıklara değen gözlerim tüm hakiki gerçeği bana haykırdı.

Yoksulluk...

Yoksulluk utanç duyulacak bir şey değildi hâlbuki. İlk utancım yoksulluktan değildi. İmkanımızın yettiği şeylere imkanımızın olmaması idi. Mahalleli sokağa her çıkışımızda yüzüme baka baka arkamızdan konuşurken ne kadar da kendimi kötü hissederdim. Utanç duymanın yanı sıra dışlanmışlık kahır ediyordu. Halam Sümbül, pekte düşünmezdi ona göre insanlar konuşacak hep bir şeyler bulurmuş.

Yine yapardı yapacağını...

O gün babamdan haber gelmişti eve. Mahallenin muhtarı yüzü yerde bir halde konuşuyordu.

"Hanım kızım baban pek rahatsız diyorlar, elden meyhanede gidince sahilde yatıyormuş konu komşu öyle diyor. Yazıktır günahtır" dediğinde birşey dememe fırsat vermeden çekilmişti kapımızdan. Zaten zor bela mahallenin onun gönderdiği belliydi.

"Gelen kimmiş Leyla" dediğinde halam merdivenlerden iniyordu. Sarı bukreli saçları ve dudağıma sürdüğü kırmızı yüzüyle her zaman ki gibiydi.

"Muhtar"

"Ne gelmiş yoksa akşam sefası..." cümlesinin devamına katlanamadım. Bir kadının kendini böyle ucuz gostermesi akıl alacak bir iş değildi.

"Babam hastaymış..."

"Vah başıma gelen can ağabeyim"
dediğinde yüzünden geçen acıma duygusunu görmesem inanmazdım acıdığına.

"Meyhane de gitmiş"

"Nereye gider kız kocaman meyhane dellendin mi sen" dediğinde yanıma kadar gelmişti. Tombul yüzünden bir serzeniş geçmişti.

"Alacaklılar kapıdaydı zaten hala uçan kuşa borcu vardı" diye geveledim ağzımın içinde sanki bilmiyormuş gibi bir ah koparttı dudaklarından.

İnsan babasını kötüler miydi hiç? Ben bunu yaptım. Çünkü bana bunu yaptıran baba utansındı. "Vah vah" dediğin de çantasını almıştı çoktan koluna. "Hadi kız" diyerek evden çıktık. Meyhanenin bulunduğu sokağa girdiğimiz de yüreğim şiddetle çarptı. Bunu bize yapma baba dedim.

O sırada kapı duvar meyhane ile karşı karşıya kaldığımız da bir ses bize uzandı.
Mehmet ağabey bir vakitler babamın yanında çalışan meze ustası idi. Yüzünden düşen bir parça olunca insan anlıyordu halini.

"Bu saatte kapı duvar" demeye kalmadan. Mehmet ağabey çıkardı dilinde duran baklayı. "Sizin haberiniz yok mu?" dediğin de halam neyden dediğini duydum.

"İşler kötü gidince meyhane de elinden gitti Nazım Efendi'nin. Yüreği buna dayanamadı da Heybeliada da bir  hastaneye yatırdık" dediğin de yüreğim de hisssizlik hissettim. İnsana bir babanın yokluğu koymaz mıydı?! "Hali perişandı en son gördüğüm de size de haber anca yolladık, kime dediysek biz onların evine gitmeyiz diyince" dediğin de yüzünü yere eğdi. Sanki utanılacak bir şey demiş gibiydi. Oysa bunu yapan utanması lazım değil miydi! Mehmet ağabey de utanmış olmalı ki laf söz olur diye kapımıza gelmemişti. "

"Vah başımıza gelen vah" derken Mehmet ağabey yanımızdan ayrılmıştı çoktan.

"Başıma gelenlere bak anam" derken insanlardan utanmadan kendini yere attığın da onun bu hali ona acımama sebep olmuştu.

"Ah ağabey ah"

Bu kadının babama ağlayacağını duymak beni inandırmamış idi. "Öksüz, yetim bir kızın sorumluğunu üzerime yıktın ağabey" o ağabeyine İsyan ederken ben
O gün bir daha yetim bir daha öksüz ve kimsesiz kalmanın yükünü tüm omuzlarımda hissetmiştim. Ayaklarım yere dimdik basacak kadar kuvvetli değildi ancak kendimi aciz hissetmiyordum.

Eğreti Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin