14. Bölüm

594 65 102
                                    

Merhabayın. <3

Ben bu bölümü yazana kadar kitap 6K'yı geçti bile.

Gerçekten teşekkür ederim, hepiniz hoş geldiniz.

Bölümü birkaç gündür beni deli gibi mutlu eden @yarennazliii'ya ithaf etmek boynumun borcudur.

Lütfen yorumlarınızı ve oylarınızı eksik etmeyin.

Bölüm sonrasında Twitter'da sizi okumak çok eğlenceli ve keyifli!!!

Bölüm şarkıları: Bengü Beker – Sana Yıldızları Ödediğimden

Nilüfer – Ta Uzak Yollardan


***


Bir askerin uyuyakalması, kabul edilemez bir şeydi. Özellikle Kara Harp Okulu'nda yetişmiş bir subaysanız, bu bilim insanlarınca kabul edilmiş tüm ihtimalleri yerle bir eder ve bir imkansıza dönüşürdü. Asker, uyumazdı. Türk askeri, hiç uyumazdı. Herkesin diline pelesenk olmuş o film sahnesi gibi, uyursak ölürdük. Mustafa Kemal'in dediği gibi, uyursak köle olarak uyanırdık.

Peki ben neden dün gece uyuyakalmış ve şu an bana sırıtarak bakan Göktuğ'a kocaman bir koz vermiş ve yıllar önce aralık bıraktığım kapıyı tekrar açmıştım?

"Hiç de halüsinasyon değilmişsin..."

Yeni uyanmışlığın mı yoksa utancın verdiği bir kızarıklık mıydı bilmiyordum ancak kısık gözlerimin arasından gördüğüm Göktuğ'un gülümsemesi yanışıma kor atıyordu. El mahkum, konuyu değiştirdim.

"Günaydın."

"Günaydın."

Sessizlik yeniden aramızdaki yerini aldığında gülümsemesi sinir bozucu olmaya başlamıştı. "Biraz daha bakışacak mıyız yoksa kalksan da karakola mı dönsek?"

"Yani..." derken içindeki a'yı uzatışından, bu uyanışı burnumdan fitil fitil getireceğine ve benim en sonunda onu vuracağıma emin olmuştum. Bu yüzden hızla yanından yuvarlandım ve yatağın dışına doğru atak yaptım. Daha doğrusu, yaptığımı sandım çünkü Göktuğ, bileğimden tuttu. "Kahvaltı yapalım." dediğinde duraksamamdan cesaret aldı ve bir nefeste konuştu. "Bir çarşı iznimiz var zaten; gel, itiraz etme." Neredeyse bir oğlan çocuğu gibi göz bebeklerini kocaman yapışına baktım birkaç saniye.

Onunla olduğum her saniye bir cennet gibiydi önceden. Hoş, onu ilk gördüğüm andan beri hep öyleydi ama mayınlarla dolu bir tarlada yürüyormuşum gibi hissediyordum. Bastığım yerde ya mayın patlayacak ve geçmişten bir sayfa daha kopup günümüze yerleşecekti ya da çiçek yeşerecek, bahar kokusuyla dolup taşacaktı hayatımız. Kendi kendime bu ayrımı yapma gücüm, Göktuğ ile mahvoluyordu.

"Tamam ama bir şartla-"

"Kabul."

Sol kaşımı havalandırdım ve dik dik baktım. "Daha duymadın bile şartımı?" Üstündeki pikeden kurtulmaya çalışırken gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Geceden nasıl sarmaladıysam, o kadar eğitimden geçen adam kan ter içinde kalmıştı.

"Senden gelene her türlü tamamım. Cefasıyla da sefasıyla da..." Kalbimin çarpışına engel olamadığımda arkamı döndüm ve başucundaki çerçeveye son bir bakış atarak odadan çıktım. "Çay suyunu koyuyorum!" diye seslenmeye kalmadan arkamdan bir düşme sesi geldiğinde kıkırdadım.

Onu böyle avel bırakmayı çok özlemiştim.

Mutfağına girdiğimde tıpkı dün geceki gibi hiçbir yabancılık çekmedim, çaydanlık yerine kettle'ı gördüğümde ise yüzümü buruşturdum. Eh, pek uğramadığı bir evde çaydanlığı neden barındırsındı ki? En kısa zamanda bir çaydanlık alacaktım, kettle'a suyu koyarken bakışlarımı evindeki diğer eksiklikleri belirlemek için hızlıca dolaştırdım.

PİRUS GECESİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin