Giriş

322 17 5
                                    

Saat gece ikiyi geçtiğinde, İstanbul'da yaşam dururdu. Gezintiye çıkanlar çoktan evlerine varıp yataklarına yayılmış, ödevlerini yetiştirmeye çalışan öğrenciler uykusuzluktan bitap düşüp uyuyakalmış, barlardan çıkıp eve gelenler evin bin bir türlü köşesinde sızmış olurdu günün bu bölümünde. Yani insanlar susar, İstanbul konuşurdu saat ikide. İstanbul'un sokakları ise genelde bütün insanlardan kurtulmuş olsa da bugün bu boş sokaklar; hamile bir kadının acı içindeki çırpınışlarıyla, feryatlarıyla dolar olmuştu. Yirmili yaşlardaki genç kadın bir yandan bulabileceği herhangi bir yardım için sokakta ilerliyor, bir yandan da içindeki dışarı çıkmak için can atan o küçük kalbin sahibini merakla bekliyordu. İlerliyor, ilerliyor, ilerliyordu bu boş ve sessiz sokaklarda. Çektiği acıyla kıvransa da melek kokulu bebeğini kucağına alacağı o anı kafasında canlandıra canlandıra kendini rahatlatmaya çabalıyordu. Fakat kendini ne kadar sıksa da acısı dayanılamayacak bir boyut aldığında sonunda dayanamayıp havaya kontrol edemediği o aciz çığlığı bıraktı.

"Yardım edin!"

Genç kadın kendini ayakta tutmak için duvara yaslanıp elleriyle sesinin çıkmasına zar zor engel oldu. Hayır, sesini kimse duymamalıydı. Yakalanma riskini göze alamazdı geldiği bu noktada. Hatta bu ihtimâl onu öylesine korkutuyordu ki sesi bir daha çıkmasın diye ağzını çok sıkı kapatırken istemsizce nefes almasına dahi engel olmaya başlamıştı. Alnından boncuk boncuk dökülen terler ise bu sıcak yaz gecesinde giderek bunaltıcı bir hâl almasına neden oluyordu. Sonra birkaç saniyeliğine her şeyi yok sayıp karnına baktı. Bedeninin içindeki onun canının bir parçasıydı, onu öldürmelerine izin veremezdi. Onu herkesten saklamalıydı. Gerekirse en yakın arkadaşından, gerekirse yardıma gelen bir yabancıdan... Bu korumacı iç güdü tekrar harekete geçmesine neden olunca acıyı bastırmaya çalışarak ara sokaklardan birine girdi. Duvarlara, duvarların canlanıp onu tutmasını umar gibi dokunuyordu her seferinde. Fakat bir süre sonra ağrısı o kadar arttı ki, genç kadın ne yapacağını şaşırır hâle geldi. Canı o kadar yanıyordu ki bu acıya bir son vermekten başka bir şey istemez olmuştu ama kahretsin ki karnındaki onun biricik bebeğiydi.

Hastaneye gitmek bebeği riske atmak, onu tarikatlarındaki lanete inananların öldürmesini göze almak demekti. Bu kadar kimsesiz olan o savunmasız ufaklığa bunu yapamazdı. Burada doğuracaktı onu, tam burada, İstanbul'un boş ve sessiz sokaklarının birinde... Sonunda duvara yaslanıp yavaşça yere doğru eğildi ve acının nefes almasını zorlaştırmasına karşı çıkamayınca da yere oturdu. Çaresizlik acıyla birleşip gözyaşı olmuş akıyordu gözlerinden artık. Ayrıca çığlıklarına da hakim olmadı bu sefer. Ne de olsa onlardan uzun süre boyunca kaçamayacak ve çocuğunun ölümünü elbet bir gün izlemek zorunda kalacaktı.

Sonra bir el hissetti omzunun üstünde. Kafasını kaldırıp elin sahibini inceleyince yirmili yaşlarının sonunda bir adamın ona yardım etmeye çalıştığını fark etti. Genç kadın her ne kadar adama karşı çıkmaya uğraşsa da sonunda başının dönmeye başladığını hissetti. Adam da onun bu kısa süreli hareketsizliğinden faydalanarak kadını kollarına alıp doğruca bir taksiye bindi. Kadının durumu pek parlak görünmüyordu. Ter ve gözyaşı içindeki yüzü çektiği acıdan kendini çok fazla sıktığını gösteren bir kırmızılığa sahipti. Ama adamın bir türlü kafası almıyordu, doğum yapmak üzere olan bir kadın neden hastaneye gitmek yerine ücra köşedeki sokaklardan birine giderdi?

Birlikte hastaneye vardıklarında her şey çok normal ilerledi ve doğum sağlıklı bir şekilde gerçekleşti. Sonra da kadın bir odaya alındı ve kısa bir süre sonra bebeği de odaya getirilip pusete kondu. Onu hastaneye getiren adam kadının gözlerini açtığını fark ettiği an ise elinden geldiğince güleryüzlü olmaya çalıştı fakat buna rağmen kadının yüzünde en ufak bir değişim olmamıştı, o etrafına bakınıyordu sadece. Aradığı her ne ise, bulamamasının ardından "Onu öldürdüler, değil mi?" diye bağırdı adama. Adam kadına sessiz olmasını işaret edip kadının yatağının yanındaki puseti gösterdi. Kadın bir süre boş boş adamın işaret ettiği yere bakıp bebeğinin güvende olduğunu anlayınca derin bir nefes alarak gözlerini kapattı ve başını yastığa huzurlu bir şekilde yasladı. Adam da pusete doğru ilerleyip bebeği kucağına aldı ve kadına doğru ilerledi. Kadının meraklı gözlerini üzerinde hissedince de bebeği ona verdi. Ve "Bu, çok güzel bir bebek." dedi gülümsemesine engel olamayarak.

Kadın önce kucağındaki kızına bir mucizeye bakarmış gibi baktı, ki adama göre bu pek de yanlış sayılmazdı çünkü o bebekleri her zaman saf sevginin kaynağı olarak görmüştü, sonra kafasını adama çevirip gülümsedi.

"Çok teşekkür ederim. Her şey için."

Kadının sesi belki fısıltıdan bile kısık çıkmıştı ama adam onu, cümlesinin ilk hecesinden sonundaki noktaya kadar anlamıştı.

"Sen bir bebek doğuruyorsun ama seni hastaneye getirdiğim için teşekkürü ben alıyorum... Bu pek adil görünmüyor."

Bunun üzerine kadın bir kez daha gözlerini bebeğinden adama kaydırdı. Ardından ona tekrar gülümseyip bebeğini seyretmeye devam etti. Kollarının arasında tuttuğu mutluluğun yanında bir de heyecan kaplamıştı şimdi içini.

"Beni buraya kadar getirdin ve ben senin ismini bile bilmiyorum."

"Ben Emre. Senin adın ne?"

"Funda."

Adam bu sefer bebeği işaret etti. "Peki onunki ne?"

Genç kadın mutlulukla güldü. Kucağındaki bu sevimli yavrucakla ne yapacaktı ki şimdi? Ne isim verecekti ona? Birden hayatına giren bu güzel varlığın dünyadaki en anlamlı, en güzel isme sahip olmasını istiyordu fakat sonradan aklına gelen başka bir fikrin bu isteğini bastırmasıyla adama döndü.

"Senin bir önerin var mı?"

"Be-benim mi?" dedi adam şaşkınlıkla. Kadınsa ikinci kez güldü.

"Evet, senin."

"Be-ben bi-bilmem."

"Gelip ona bir bak, eminim ki kızım için en güzel ismi bulursun."

Adamın birden aklı başına gelir gibi oldu, mutluluğunu paylaşırken bir şeyler hissetmeye başladığı bu kadın büyük ihtimalle evliydi. Başka bir adamın karısına bu şekilde davranması doğru sayılmazdı ki. Adamla aynı hisler içindeki kadın, adamın bu düşüncelerinden habersiz olduğundan gülümseyişinin yüzünde asılı kalmasanın nedenini merak edince telaşla "Ne oldu?" diye soruverdi hemen.

"Belki de bunları babasıyla konuşmalısın."

"Onun babası yok- aman, yani var ama burada değil. Öğrendiği an bizi bırakıp gitti. Onu da anlıyorum aslında, daha doğrusu anlamayı deniyorum; sonuçta, bu doğru değildi. Kucağımdaki meleği saklamak zorunda kalacağamızı biliyordu ve o buna cesaret edemedi, o kendi çocuğu için ateşe atlamayı göze alamadı. "

"Özür dilerim, böyle mutlu bir günde bunları hatırlatmak istemezdim."

"Önemli değil, sanırım bu hepimiz için en doğru şey oldu. Şimdi, sen isim seçecek misin onu söyle."

"Tabii." dedi adam yüzündeki gülümseme yerine gelirken. Sonra da kadına ve kucağındaki bebeğe yaklaştı. Bebeklerin Dünya'ya geldiklerinde ilk olarak ağladıklarını düşünmüştü hep ama bu bebek yüzünde etrafa ışık saçan kocaman bir gülümseme taşıyordu. Bu tapılası bebeği ve güzel kadını öylece bırakan ahmağı ise bulup pataklamak istemişti içten içe. Sakin ol, dedi kendi kendine bunun üzerine vazife olmadığını hatırlayarak ve bütün o öfkenin arasında tam o an, miniğe en yakıştığını düşündüğü ismi buldu.

"Meyra."

Kadın, bu güzel isim kulaklarına adeta bir melodi gibi gelirken gülümsedi.

"Gecenin en karanlık vaktinde bana Güneş'i getiren canım kızım, senin adın, parıldayan ışık anlamındaki Meyra. Biliyorum ki şu an olduğumuz durumda bile hayatta kalmayı başarıp bir gün içindeki o ışığı, gücü ortaya çıkaracaksın."

Kadının gözlerinden yaşlar gelmeye başladı bebeğe tahmin etmediği derecede güçlü bir sevgiyle bağlanırken ve ister istemez hayallere daldı. Kendisinin çok fazla yaşayamayacağının farkındaydı, sonuçta bulunduğu an öldürülecekti. Ama onun Meyra'sı kim olduğundan habersiz büyüyecek, belki de yağmurun altında yüzüne düşen her bir yağmur damlasında kendinden bir parça arayacaktı. Ya da belki de...

Kimim Ben? (Kitap Oldu!)Where stories live. Discover now