Sleeping At Last – Already Gone (Bölüme, sona, kitaba çok uyan bir şarkı. Dinleyin. Şiddetle tavsiye olunur. Bu da benden size -bu hikaye için- bir eyvallah olsun..<3)
The Smiths – Asleep
ღ
Yaz bir anda kışa dönmez. Islak bikinileri kaldırıp yerine battaniyeleri çıkartmayız. Karpuzlar bir gecede yok olup yerlerini portakallar almaz. Her şey adım adım gerçekleşir.
Pencereler açık uyurken sabaha karşı hafifçe ürpermeye başlarız önce. İlk ayaklarımız üşür. Çünkü vücut sıcaklığımızın düşmesiyle soğuyan kanımız hayati organlarımıza zarar vermemek için -kalp, akciğer gibi- vücudun en uç köşelerine çekilir. Çorap giyeriz bu yüzden. Sonra şortlar gardıropların dibine itilir, yaprakların o parlak yeşili soluklaşır, cildimiz kurur, soğuk içecek düşüncesi o kadar çekici gelmez, artık pencereler tamamen kapalıdır... Derken merhaba ilk ısrarcı yağmur, gri atmosfer, saat beşte batan güneş, üşüyen sokak hayvanları, kestane...
Ben de yazımın kışa döndüğünü hissedebiliyordum. Adım adım. Önce çok fazla efor gerektiren fiziksel aktiviteleri yapamamaya başladım, sonra iştahım kapandı, gözlerimin altı git gide koyulaşan daimi bir karanlığa gömüldü, çok uyumaya başladım. Acı, tıpkı herhangi bir uzvum gibi ayrılmaz bir parçam haline gelmişti. Sonbaharın ikinci yarısını yaşadığımı hissedebiliyordum. Tarih çoktan 23 Eylül ekinoksunu geçmiş, günlerim kısalırken, gecelerim uzamaya başlamıştı. 21 Aralık'ta en uzun geceyi yaşayıp döngüyü tamamlamayacağımı da biliyordum üstelik. Geriye geceden başka bir şey kalmayana kadar günlerim kısalmaya devam edecekti.
Sözün kısası: Ölüyordum.
Günlerim hep yaşamanın hayalini kurduğum şehirde, Paris'te, dört duvar arasında gerçekleşen sıkıcı rutinlerle ilerliyordu. Sabah uyanıp zorla birkaç lokma yedikten sonra morfin vuruluyor, geri uyuyordum. Bedenim Doktor Haluk'un verdiği ilaçları tolere etmenin bir yolunu bulduktan sonra dik inişe geçmiş bir hız trenine binmiş gibi olmuştum. Uyumak, kusmak, ateşlenmek, hiç bitmeyen halsizlik, sızılar ve kelimelerle ölçülemeyecek bir acı. Kötü günlerimin rutinleri bunları. İyi günlerim de oluyordu elbette. Kitap okuyabildiğim, güzel havalarda taksiyle Seine Nehri'nin kıyısına gidip birkaç saat güneşlenebildiğim, Şafak ve Tuna'yla görüntülü konuşma yapabildiğim... Ama kötü günlerim ağırlıktaydı. Çünkü hayat genelde böyledir, acı çektiğiniz anlar mutlu olduklarınızdan fazladır.
Tarafsızlığımı ve soğukkanlı tutumumu son ana dek koruyabileceğimi sanmıştım ama olmuyordu. Kinayeli konuşmak ve espri anlayışım dahil beni ben yapan birçok özelliğimi kaybetmiştim. Onurumun da yerinde yeller esiyordu. Kuyruğu dik tutmaya mecalim yoktu.
İlk geldiğim günler annemle saatler süren kavgalar yapmıştık. İşe gitmeyip tüm gün evde olmak ve benimle ilgilenmek istiyordu. Bense sadece rahat bırakılmak istiyordum. Üzerime titreyen haline, gözlerindeki acıya ve gizli gizli akıttığı gözyaşlarına tahammülüm yoktu. Sonunda başıma bir gardiyan dikme şartıyla işine devam etmeye razı olmuştu.
Gardiyanım Jean Henri yirmili yaşlarının sonunda, iri yarı, siyahi bir adamdı. Bir süre hastanede sağlık personeli olarak çalışmış, son birkaç yıldır da özel bakıma ihtiyaç duyan, çoğu felçli hastalarla evde ilgileniyormuş. Cüssesine rağmen yumuşak bir yüzü ve nazik elleri vardı. Ama en sevdiğim özelliği fazla konuşmaması olmuştu. Jean Henri yemek yememden, halsiz olduğumda odadan odaya taşınmamdan, istediğimde dışarı çıkarılmamdan, gerektiğinde ise hastaneye götürülmemden sorumluydu. Kaslı ve sessiz çalışan bir makine gibiydi. Yıllarca kötü durumdaki hastalarla çalışmak sağduyusunu geliştirmişti. Tam olarak neye ihtiyacım olduğunu gözümden anlıyordu. Çoğunlukla da susup beni rahat bırakmasına ihtiyacım vardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SİYAH KUŞ
Teen FictionBirkaç ay ömrün kaldığını öğrendikten sonra bir yapılacaklar listesi hazırlasan, o listede neler yer alırdı? On beş metreden denize atlamak? Kuzey ışıklarını görmek? Jensen Ackles'a sarılmak? Ya da kim yer alırdı? Hep uzaktan izlediğin, konuşmaya ce...