Sıcak suyu kupanın içine boşaltırken önümdeki pencereden şeftali ağacının dallarını rüzgara nasıl da salıp dans ettiğini izledim bir süre. Görüntü o kadar güzeldi ki dün gece hiç uyuyamamış olmamın verdiği yorgunluk hissini almıştı üzerimden. Bu sadece benim için geçerliydi muhtemelen çünkü hazırladığım kahveyi önüne bıraktığım adam morarmış gözaltıları, kızarmış gözleri ve dağınık saçlarıyla tamamen aksi halimde olduğunu söylüyordu bana. Böyle bir haldeyken konuşmak istemeyeceğini biliyordum, ses etmedim, kahve için teşekkür de beklemedim. Karşısına oturup az önce gördüğüm şeftali ağacının açtığı iştahımla bir şeyler yemeye başladım.
Konuşmak istememesi konuşmama engel değildi tabii.
"Küçükken hep mutfağımızın penceresinden görebileceğim bir portakal ağacına sahip olmak istemiştim, yani Portakal Ağacı'nı okuduktan sonra özenmiştim." Minik tebessümümle ona doğru konuştum. "Şimdi, şu şeftali ağacını
görünce aklıma geldi.""Hala en sevdiğim kitaplardan birisi. Hiç okudun mu bilmiyorum ama okumadıysan kesinlikle okumalısın. Bak şimdi, tekrar okuyasım geldi."
Jungkook karşımda ben hiç konuşmuyormuşum gibi, beni umursamazken kendi kendime kıkırdadım. "Eğer Jinyoung ve Jaebum hyung beni görmeye gelirlerse onlardan gelirken benim için satın almalarını isterim."
Ve daha bunun gibi birçok şey söyledim. Jungkook hiç cevap vermedi. En sonunda yine hiçbir şey söylemeden masadan kalkıp gitti. Yaptığı her 'umursamazlığa' gülümsedim ben de. Umursanmadıkça kendimi daha fazla sevdim inadına. Üzülmedim. Önemsizmiş gibi hissetmedim bugün. Bugün öyle bir gün değildi.
Kurumuş çiçeklerimi, geri canlandırmanın vaktiydi şimdi.
Masayı topladıktan sonra pencereden o şeftali ağacını izledim yine. Bahçedeki kurumuş çiçeklere baktım ve bir karar verdim. Kalan süremde bu bahçeyi de yeşertecektim. Buradan giderken iki bahçeye sahip olacaktım böylece. İki tane, güzel ve capcanlı çiçeklerle bezenmiş bahçe. Biri içimde, biri burada.
Tabii gereken cesarete sahip değildim ve söylendiği gibi güzel değildi bu iş. Koca, şişko, siyah yaratıklar vardı işin ucunda ve orası onlarındı. Benim güzel, beyaz ve pürüzsüz tenim onlar için ilgi çekiciydi büyük olasılıkla ve bu "Hiç hava falan yapma otur oturduğun yerde, ne yapacaksın bahçeyi?" falan diye düşünmeme sebep oluyordu ama kararlıydım. Yani Jungkook'un kapısına yumruk yaptığım elimle tıklatırken öyle olduğumu düşünüyordum.
"Ne var?" Kapıyı açarken devirdiği gözleriyle konuştu. Beyaz bir tişört vardı üstünde. Siyah da bir pantolon giymişti. Birazcık dar bir pantolon... Bacakları gerçekten kaslıydı, uzundu ve güzeldi, ve lanet olsun, pantolonunun dar olduğunu söylemiş miydim?
"Şey... Jungkook, ben bir şey soracaktım." Yüzümü buruşturup yanlış söylemişim gibi düzelttim. "Yani önce sorup sonra isteyecektim."
Bıkkın bir şekilde kollarını göğsünde bağladı. "Jimin," dedi. "Kısa kes, hazırlanıyorum, işe gideceğim."
Gözlerimi yüzünde tutmak için ellerim yumruk yaptım ve kendimi gerçekten zorladım. O bacaklara geri bakmamak içn zorladım. Çünkü şu buz kütlesi adam, eminim ki gay olduğumu fark ettiğinde bundan pek hoşlanmazdı.
"Ben," dedim. Sonra ona arkamı döndüm. "Kalın ve uzun çorabın var mı diye soracaktım."
Bir süre sessiz kaldı ve ben o ufak sürede kesin anladı, diye düşündüm."Bunun için mi bu kadar kıvranıyorsun Jimin," dedi şaşkın sesi sonra. "O kadar da kötü bir adam değilim. İhtiyaclarını söyleyebilirsin."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
duende
Fanfiction❥ jikook Jungkook derin bakışlara, artık ıslanamayacak kadar yorgun gözlerle bakarken ''Ben senden vazgeçtiğimi hiç söylemedim ki.'' dedi burukça. ''Ben senden vazgeçemem ki.'' ''Benim yüzümden canın yakılsa da mı vazgeçmezsin?'' Jimin masumca sormu...