62-KATİL

1.2K 49 22
                                    

Aşk kadar kolay değildi hikâyemden çıkan hisler. Bir ileri, bir geri savurdu bedenimi yıllarca. Onsuz olmak, onunla olmaktan çok daha güzeldi. Ne de olsa aşk dediğin, şu yüklediğimiz anlamlardan ibaretti. Belki onu gerçekten tanımış olsam bu kadar sevemezdim. Pinokyo'mdu o benim. Görüntüsünü bulup, içerisine bir ruh yerleştirdiğim... Herkesten ve her şeyden en kolay kaçtığım yerimdi benim. Ne gereksiz hırslara, ne de anlamsız egolarıma karıştırdım onu. Olduğu gibi sevdim, olduğu kadar tattım. O beni sevdi mi diye çok fazla düşünmedim. Benim onu sevmemle, onun sevgisinin ne alakası olabilirdi?

O benim sonsuzluğum, ben ise onun için hiç bilemediği biri olmuştum. Sesimi duyuramadım, boğuldum. Sevgimi paylaşamadım, yoruldum. Aşkla beslenip, her seferinde ondan doğru doğdum. Aşkla büyüdüm ve sonunda yoğruldum. Eksileceğim korkusuyla adım atarken çoğaldım. Bu kadar sevebilmenin cesaretiyle ben "ben" oldum. Bir şey gördüm onun gözlerinde. Çok sıcak, tanıdık, aşktan ve varoluştan. Hiç inanmadım biteceğine. Bunu her nefeste dile getirmekten korkmadım. Benim aşkım o olduğu sürece değil, ben var olduğumca vardı... Anlamadı! Seni seviyorum demekle, yanında durmakla aşk olur sandı. Bana bir gün inanmadı, benim sevme tarzıma alışamadı.

           Elimde tuttuğum kitabın arka kapağına hareketsiz halde uzanmış harflerin üzerinde parmaklarımı gezdirirken okuduğum kelimelerin ruhuma karıştığını hissettim. Aşk tutulması kolay bir his değildi, doğru... Fakat en zor olan aynı kişiyle, aynı anda, aynı zamanda, aynı şiddette, aynı duyguya yakalanmaktı. Ve biz, bunu başaran nadir insanlardandık. Deniz kızı ile yakışıklı prens, Eflal ile Erdem...

            Günler geçmiş, geçmiş geçmemişti. Peşimi bırakmayan hislerim, ihanete uğrayan bedenim ve Erdem'i uğrattığım hayal kırıklığı ile nefes alan bir cesete dönüşmüştüm. Yalnızca kitap okuyor, hukuk kitaplarımın arasına gömülüyor, kafamı meşgul etmek ve düşünmemek için ne gerekiyorsa yapıyordum. Ve haddinden fazla uyuyordum...

Kitabı yerine, kitaplığa bırakıp aheste adımlarla evin içinde dolanmaya başladım. Günlerdir evden çıkmamıştım. Hatta belki de haftalardır. Zaman kavramını yitirmiş, akreple yelkovanı karanlık bir ortama terk etmiştim. Önemi yoktu saatlerin, acılarım zamansızdı, zaman sonsuzdu.

Açılan kapının sesini duyduğumda titremeye başlayan ellerimle bir bardağa su doldurdum. İnce parmaklarımla bardağı dudaklarıma götürdüm. Mideme doğru yol alan suyun, kalbimdeki yangına iyi gelmesini o kadar çok isterdim ki. Fakat tam aksine, benzin içmişim gibi yandı bütün boğazım. Az sonra konuşacaklarımdan dolayı mı, yoksa Erdem'in tahmin ettiğimden erken gelmesinden dolayı mı bilmem, kalbim göğüs kafesime pençelerin geçirirken gözlerimi kapattım. Derin bir nefes aldım. Uzun süredir ilk kez Erdem'le göz göze gelecek, onunla ilk kez konuşacaktım.

Kararlılık hissim damarlarımda zehir gibi usul usul yayılırken, "Eflal? Nerdesin?" cümlesi bile şimdiden o zehrin yerini panzehiri olan özlem duygumun almasına izin vermek üzereydi.

"Mutfaktayım." Sesim içimdeki zehrin aksine tereddütlü çıkmıştı. Kendimi toplamalıydım. Hafifçe öksürürken Erdem içeri girdi.

Yaklaşmaya korkar bir hali vardı. Üzerindeki koyu lacivert takım elbise onun için dikilmekten ziyade, Erdem için yaratılmış gibiydi. Gözlerinin okyanusuyla ahenk içinde olan takımı ve hafif dağınık ve yukarı doğru fönlenmiş saçlarıyla canımı acıtacak kadar nefes kesici görünüyordu. Kokusu henüz ona sarılmadan burnuma aceleyle doluşmuştu. Son kez bakar gibi baktım, son kez konuşur gibi konuşmalıydım...

Gözleriyle gözlerimdeki hissi yakalamak için cam kadar keskin bakışlarını bana diktiğinde; "Seni göremeyince çok korktum. Nasılsın? Bir sorun mu var Eflal, neden öyle bakıyorsun?"

EFLALWhere stories live. Discover now