24

306 9 9
                                    


Madam Bovary hana varıp da yolcu arabasını göremeyince şaşırdı kaldı. Kendisini elli üç dakika beklemiş olan Hivert, nihayet kalkıp gitmişti.

  Zaten Emma'yı hareket etmeye zorlayan bir şey yoktu; fakat akşam döneceğine söz vermişti. Charles da kendisini bekliyordu. Emma, birçok kadınlarda zinanın hem cezası, hem de diyeti olan o korkak uysallığı kendi yüreğinde hissetmeye başlamıştı.

  Süratle bavulunu hazırladı, hana borcunu ödedi, avluda bulduğu iki tekerlekli bir arabaya bindi. Arabacıyı sıkıştırarak, cesaretlendirerek, her dakika saati ve geçilen kilometreleri sorarak, Quincampoix'nın ilk evleri hizasında Kırlangıç'ı yakalamaya muvaffak oldu.

  Arabada bir köşeye oturur oturmaz, gözlerini yumdu ve bayırın altında açtı. Nalbantın evi önünde gerine gerine duran Félicité'yi uzaktan tanıdı. Hivert, atlarını zapt etti, aşçı kadın da arabanın vasistasına kadar uzanarak, ısrarlı bir tavırla:

  — Madam, dedi; hemen Mösyö Homais'nin evine gitmeniz lazım. Pek acele bir mesele için.

  Kasaba her zamanki gibi sessizdi. Sokak köşelerinde, havada tütüp duran küçük pembe kümeler vardı, çünkü reçel kaynatma zamanıydı ve Yonville'de herkes, aynı gün kışlık reçelini hazırladı. Fakat eczacının dükkânı önünde çok daha geniş bir yığın herkesin hayranlığını çekiyordu. Bu yığın, bir eczanenin kasabalılara ait fırınlara, bir kamu ihtiyacının ferdi fantezilere gerekli olan üstünlüğüyle, diğer yığınları aşıyordu.

  Emma içeriye girdi. Büyük koltuk devrilmişti, hatta Rouen Feneri, iki havan eli arasında yere yayılmıştı. Koridorun kapısını itti, çöpleri temizlenmiş frenküzümüyle dolu koyu renkte küpler, dövülmüş şeker, parça halinde şekerler, masada teraziler, ateşte tencereler arasında, ta çenelerine kadar çıkan önlükleri ve ellerinde çatallarıyla, irili ufaklı bütün Homais'leri mutfakta buldu. Justin, ayakta, başını eğiyor, eczacı ise bağırıyordu:

  — Kim dedi sana, git de ardiyeden al diye?

  — Ne olmuş? Ne var?

  — Ne mi var? Reçel yapılıyor; tencereler kaynıyor, fakat şurubu kuvvetli gelmiş ki, nerdeyse taşacaklar. Git, bir başka tencere getir diyorum. Bizimki de, sünepeliğinden, tembelliğinden, gidiyor, laboratuvarda ardiyenin çivide asılı anahtarını alıyor.

  Eczacı, tavan arasında mesleğine ait kap kacakla eczaların tıklım tıklım doldurduğu küçük bir odaya ardiye demek âdetindeydi. Sık sık oraya gider, etiket yapıştırmak, kaptan kaba deveretmek, yeniden sarıp sarmalamakla saatleri geçirirdi. Burasını basit bir depo değil, hakiki bir mabet sayardı. Elceğiziyle hazırladığı türlü haplar, macunlar, menkular, ilaçlar, şuruplar, buradan çıkar ve eczanenin şöhretini civara yayardı. Hiç kimse bu odaya ayak basamazdı. Bu kurala o kadar itaat ederdi ki, içini de bizzat kendisi süpürürdü. Nihayet, herkese açık olan eczanesi nasıl gururunu teşhir ettiği bir yerse, burası da Homais'nin kendisini bencilce toparlayarak, yalnız sevdiği işlerle uğraşmaktan zevk aldığı bir sığınaktı. Bu nedenle Justin'in sersemliği, ona saygısızlığın son perdesi gibi geliyor ve frenküzümlerinden daha çok kıpkırmızı kesilerek, tekrarlıyordu:

  — Ardiyeden ha! Asitleri, yakıcı alkalileri kilitlediğim anahtarı alarak ha! Oradan yedek bir tencere getirmek ha, hem de kapaklı bir tencere ha! Belki bir daha onu kullanamayacağım! Bizim mesleğin nazik işlerinde her şeyin ehemmiyeti vardır. Hâlâ anlamadın mı ki, her şeyin yeri ayrıdır, ilaç imaline tahsis edilen şeyleri böyle hemen hemen ev işi denebilecek hizmetlerde kullanmak caiz değildir. Bu, adeta bir tavuğu neşterle parçalamaya benzer, bu adeta bir hâkimin...

  Madam Homais:

  — Sakin ol, canım, diyordu.

  Athalie de, redingotuna yapışarak:

Madam BovaryWhere stories live. Discover now