"Acaba profesörü ekip senin altına mı girsem?" dedim taksiciye eğilmiş para veren Jimin'in sıkı kalçalarına bakarken. Gülerek para üstünü cebine sıkıştırırken doğruldu. "Bu gece bir erkekle eve dönesim yok, sonra bakarız bebeğim." diyordu sahte gevşek tavrıyla. Bebeğiydim. Yakışıyordu gay ve ukala olmak.
Cimri Yoongi'ye borçlanarak kiraladığımız pahalı kıyafetler gerçekten de üzerimizde emanet gibi durmuyordu. Daha önce adını bile duymadığım garip isimli markaların etiketleriyle dolu bu kumaş parçaları içeri girmemiz için yetecek, artacaktı bile. Sırıtarak ikimizi de kısaca süzdükten sonra Jimin'in koluna girdim ve mekanın gösterişli giriş kapısında dikilen iki korumaya doğru ilerledik.
Tam önlerinde durduğumuzda bize attıkları bakış ne aşağılayıcı, ne de sorgulayıcıydı. Hatta beğenmiş gibi bile duruyorlardı. Numaralandırdığım güzel ve ateşli bakışlarımdan birini esmer olana doğru yönlendirdiğimde yüzümde etkileyici bir tebessüm yerini aldı. "Bay Jeon'un özel misafirleyiz." dedim öylece profesörün adını verirken; öyle iyiydim ki bunu söylerken, gören kırk yıllık manitasıyım sanacaktı.
"Bu taraftan efendim." Cümle biter bitmez eliyle içeriyi gösteren adama son bir bakış armağan edip ilerleyen Jimin'e eşlik ettim.
Bordo ve kadife duvar kağıtlarının gözümü yormaktan çok şevklendirdiği kısa koridorda adımlarken, içimde bir yerlerde kendini saklamış kaygım bok varmış gibi ortaya çıkmaya karar vermişti. İhtişamlı Jeon Jungkook'u kandırıp yatak arkadaşım yapma fikri bir anlığında gözümde büyümüştü. Onu tanımıyordum, koyu gözlerinin içinde barındığı en ufak bir duyguyu bile bilmiyordum, görkemli çene hattından başka hiçbir şeyi hakkında bir fikrim yoktu. Ya homofobikse? Ya zamanında biri aptallık edip onu çok içine kapatmışsa ve seks hayatı yoksa? Ya erektil disfonksiyonu varsa, ya adamın üzerime boşalttığım parfüme alerjisi varsa?
"Taehyung, bak."
Mekanın balkonunda dikildiğimizin farkındalığını yaşadıktan birkaç saniye sonra, aşağıda, tam ortadaki kalabalık olmayan locada bacak bacak üzerine atan kahramanımızı gördüm. Şimdi zavallı Ophelia gibi nehirde ölüp gittiğimi hissetmiştim işte. Adam öylece oturup içkisini yudumlarken bile beni olduğum yerde ıslatmıştı. "Jimin, o bir tanrı." Toplayamamıştım bile sesimi. "Ve ben onunla tanrılaşmak istiyorum."
Kolumdan çıkmış, yanımızdan geçen garsonun elindeki tepsiden kaptığı iki şampanyadan birini elime tuturmuştu. "Güzel, şimdi tanrına git ve kendinize yeni bir evren falan yaratmak için onunla seviş." Sonunda gözlerimi profesörden çekebildiğimde en yakın arkadaşıma baktım. Gözlerimdeki endişe ve güçsüz düşmüşlüğü sezmiş olacak ki, bileğimden tutarak beni yönlendirmiş ve elimdeki kadehi fondip yapmama yardım etmişti. "Sıvı cesaret." Sonrasında yanağımdan öpmüş, bana bir şaplak atmıştı. "Bol şans, git ve al şu notlarını. Sabaha kadar da eve gelme sakın, açmam kapıyı."
Başımı salladım ve derin bir nefes aldım. Ben Kim Taehyung, şu ana kadar güzel sohbetimle ve cazibemle elde etmediğim şey kalmadı. Bunu başarabilirdim, sıradan -olağanüstü- bir profesörü tuzağıma düşürmek benim için tereyağından kıl çekmek gibi olmalıydı. Gözlerimi son kez kapatıp açtıktan sonra, biri sanki çalıştırma düğmeme basmış gibi moda girmeyi başarabilmiştim.
Yeniden doldurduğu şampanyalarla ikinci kez yanımızdan geçen garsonun tepsisinden yeni kadehimi almış, yüzüme kondurduğum küçük ama tehlikeli sırıtmayla beraber aşağı inen merdivenlere yürümüştüm. Resmen o basamakları kendime bir podyum belleyip, küçük dünyaları ben yaratmışım gibi bir tavırla indim. Kabul etmeliydiniz, ben iyiydim. Şimdiden üzerime topladığım gözler bana daha da cesaret katarken basamaklar sona ermiş, adımlarım avıma, ortadaki büyük locaya doğru yönelmişti. Kalabalık sanki profesör için oraya gittiğimi bilir gibi, tek tek kenara çekilerek bana yolu açıyorlardı. Ah, sahiden de iyiydim.