savaş nasıl mı başladı?

961 155 10
                                    

Fransa her dönem kadınlarının inatları ve dişli kişilikleriyle yönetilmiş bir kara parçasıydı. Erkekleri ise kadınları tarafından yönetilen piyonlardı. Mark senelerce annesi tarafından kolları altında gizlenmiş onun zehirleriyle beslenmiş zavallı bir çocuktan başka bir şey değildi.
Bir gün ellerine tutuşturulan şöminede ısıtılmış taşları tek ayak üzerine tutmaya çalışırken annesi gözlerine bakmıştı. Belkide ilk kez annesinin gözlerinde ona acıyan bir ifade görmüştü Mark. Tanrı şahit ya birkaç saniye sürmüştü zaten.
"Kolay bir yemden daha korkunç bir şey varsa bu erken pes eden birisidir Prens Mark. Asla pes eden olma. Ölüm burnunun ucundan daha yakın olsa bile inat et. Kanında inat var." Mark dolu gözlerini nasıl ağlamamak için sıkı kapattığını daha dün gibi hatırlıyordu. Babasının asla sevmediği hatta tahtına en büyük tehdit olarak gördüğü bir çocuktu sadece.
Annesinin sözleri hala kulaklarında dolanırken elindeki makası uzun süredir tuttuğu gömleğin eteklerine dayamıştı. Pes etmek mi, Mark'ın lügatında böyle bir kelimeye yer yoktu. Uzun zamandır yaşadığı zorlu dönemleri göz önüne alırsa bu yaşadıkları, kolay bırakışları doğal sayılabilirdi. Ancak bundan sonra her şey değişecekti. Bir daha kimsenin onu kırmasına izin vermeyecekti.
"Sen sarayını yakmış bir Prenssin Mark. Halkının ellerinden kaçmış, babanı hayatının en büyük utancına terk etmiş bir Prenssin. Seninle kimse baş edemez." Son parçayıda kestikten sonra elindeki tül gömleği havaya kaldırmış izlemişti bir süre. Fena değildi. Oldukça iyi bir zırhtı.
"Ben geldim." Xiaojun şirin bir ifadeyle uzatarak konuştuğunda Mark'ın bakışları ona dönmüş hatta güzel bir gülümseme bile vermişti.
"Askerlere söyledim her şey hazırlanıyor bir saate çıkarız." Her zamanki pembe-kırmızı adeta serilmiş çiçekleri andıran sandalyesine oturduğunda Mark giyinmek için paravanın ardına gitmiş derin derin nefes alarak kendini sakinleştirmişti.
"Bilmem gereken bir şey varsa söylemelisin Dejun. Pot kırmayalım her zamanki gibi." Dejun yüksek bir gülümseme bırakırken Mark üzerine geçirdiği gömleğin düğmelerini iliklemeye başlamıştı.
"Sir Kun çok sevecendir aslında. Ona söylememen gereken şey evlilik. Asla evlenmeyi düşünmüyor. Bu fikir bile çileden çıkması için yeterli. Her zaman siyah giyinir. Nar çayını çok sever, bu yüzden hazırlıklar arasına hediye niyetli onuda ekledim." Üzerini giydikten sonra saçlarını düzeltmiş paravanın ardından meraklı Xiaojun'un gözlerinin önünde kendini sergilemeye başlamıştı.
"Nasıl fena değil sanki?" Dejun kalktığı sandalyeden Mark'ın yanına adımlarken yüzündeki şaşkınlığı hala gizleyemiyordu.
"Şaşırtıcı derecede güzel olmuş. Bunu beklemiyordum doğrusu." İkiside gülüşürken Dejun kapıyı açmış hemen kapının önünde bekleyen kıza dönmüştü.
"Helen yatağımın yanındaki çekmecenin içerisinde mavi kadife bir kutu var. Onu getirir misin?" Kız başını eğip saygıyla iki büklüm olduktan sonra hızla kaybolmuş Dejun kapıyı kapatıp tekrar Mark'ın yanına gelmişti.
"Daha önce onu görmemiştim." Yatağının üzerine oturduğunda Dejun'da yanına oturmuş ellerini yüzünün iki yanına yerleştirip derin bir nefes bırakmıştı.
"Aslında burda bana yardımcı olması için görevlendirilmişti ancak sen geldikten sonra pek gerek kalmadığı için ailesinin yanına bir süre dinlenmesi için göndermiştim. Laf aramızda Hendery Helen'i pek sevmez. Yıldızları hiç barışmadı." Mark anladığını belli etmek için başını salladığında kapı iki kez çalınmış Dejun'un emriyle kız içeriye girmişti.
"Buyrun efendim." Dejun mutlulukla kalktığında Helen'in parlayan bakışları ilişti Mark'ın gözüne.
"Teşekkürler çıkabilirsin Helen." Genç kız çıkarken Xiaojun'un hevesli gözleri Mark'a dönmüş kocaman gülümsemeye devam etmişti.
"Bunu geçen sene şehre indiğimde almıştım. Ama Hendery bana yakışmadığını söyleyerek tüm hevesimi kursağımda bırakmıştı." Kutunun içerisinden çıkardığı ince kemeri görüş Mark'ın görüş alanına soktuğunda Mark genişçe gülümsedi. Ufak pırlantalarla süslüydü. İncecik, uzun bir kolye gibiydi. Soğuk metalin tenine değmesiyle irkilmiş ancak sesini çıkarmamıştı. Beline takılan takıya gülümsemişti ve sahiden böyle daha güzel olmuştu.
"Buraya geldiğimde Kraliçe beni çok iyi eğitmek için kollarını sıvamıştı. Çünkü Haechan'ın artık beni asla yanından ayırmayacağını biliyordu." Çekmeceden çıkardığı siyah ipliği ve iğneyi eline aldıktan sonra gülümsemeye devam etmiş gömleğin yakasına bir şeyler yapmaya başlamıştı. İnce ve küçük parmakları öylesine ustaca hareket ediyordu ki Mark büyülenmiş gibi hissetti. Xiaojun çok yetenekliydi. Bu öylesine bir şey değildi.
"Kral kütüphanesini kullanmama izin verdi önce. Devlet işi öğretti. Terzilerin yanına çırak olarak verdi. Sarayda hem en üst tabakayı tadıyor hemde en alt tabakada eziliyordum. Bir gün bir askerin beni aşağıladığını duyduğunda çok sinirlenmişti. Gözlerimin önünde altın halatlara bağlayıp işkence etti. Çoğu zaman beni gerçek çocuklarından ayırt etmedi. Şaşırtıcı değil mi? Haechan'a her konuda yardımcı olabilmem yalnız bırakmamam için elinden geleni yaptı. Ama bir kez o çok değer verdiği oğlunun saçlarını sevmedi." Yakasına işlediği şeyleri henüz göremesede birkaç dakika sonra bitirdiğinde yüzünde hoşnut bir gülümseme oluşmuş ve Mark'ı aynaya bakması için iteklemişti.
"Dejun sen sahiden bir sanatçısın." Parmakları işlenen ufak çiçeklerin üzerinde gezerken yüzündeki gülümsemeyi gizleme gereği duymuyordu. Onlara olmadığı biri gibi davranmasına gerek yoktu. Tüm duvarları kralaydı.
"Efendim hazırlıklar tamam." Kapının hafifçe aralanmasıyla konuşan askerin ardından Mark köşeye çıkardığı pelerini iki omuzunun üzerinden bağlamış hazır olduğunu göstermişti.
"Hendery gelmeyecek mi?" Sorusunun ardından Dejun düşen yüzünü gizlemeden parmaklarıyla oynamaya başlamış parıltılı koridorların arasında çiçek gibi açmıştı.
"Bugün Haechan'ın yanında kalması gerekiyor o yüzden beni iyice tembihledi." Mark onun bu haline gülümserken bakışlarını karşısına çıkardı.
"Aşk sahiden en çok size yakışıyor." Sözlerinin ardından Xiaojun itiraz etmek istercesine ağzını açtığında hoş bir ses duyuldu koridordan. Mark böyle bir gülüşü daha önce hiç duymadığına emindi.
Bakışları karşısında gülen krala çıktığında içindeki ateşin üzerini kapatmaya çalıştı. Kapanırsa böylesine yanmazdı belki.
Hendery'le gülüşüp yürüyen kralın bakışları Mark'ın gözleriyle buluştuğunda gülüşü yavaş yavaş düştü. Yüreğinin üzerinde koca bir duman bulutu gezdiğine yemin edebilirdi. Burnun ucu sızlıyordu. Hayır ağlamak istediğinden değildi bu ancak gözleride doluyordu. İçini kaplayan koyu hırs bulutlarının emri altındaydı artık. Ve anlaşılan kralda bunu fark etmişti.
Gözleri fütursuzca Mark'ın üzerinde gezerken yüzünde en ufak bir mimik bile oynamıyordu. Ensesinde toplanmış saçları şimdi canını acıtıyordu. Başındaki taç ağır geliyordu sanki fırlatıp atmak istiyordu. Üzerindeki kıyafetler rahatsız ediyordu. Ağır geliyorlardı.
"Günaydın efendim." Xiaojun'un sözleri her ne kadarda Haechan'a olsada bakışları saatlerdir görmediği Hendery'deydi. Sadece bakışlarını birbirlerine kilitlemişler gülümsüyorlardı. Mark farkında olsaydı onlar adına sevdiği kadar kıskanırdıda. Böyle sevilmeyi ve sevmeyi istemişti sadece. Bu kadar nefret dolmayı değil.
"Günaydın Dejun." Sesi tek düze çıkarken bakışlarını nihayet Mark'tan çekmiş beyaz saçlı çocuğun gülümseyen yüzüne çevirmişti.
"Hayırdır bir yere mi gidiyorsunuz?" Yüzüne yerleştirdiği gıcık gülümsemeyle konuşurken Mark dikleştirdiği omuzlarıyla bakışları tekrar üzerine toplamıştı.
"Sir Kun'un davetlisiyim. Yetian sarayına gidiyorduk." Yüzüne yerleştirdiği zafer gülümsemesiyle gülümsediğinde elleri istemsizce karnındaki aksesuara gitmiş bakışların odağını bir anda çekmişti.
Haechan başını nazikçe sallarken birkaç adım atmış Mark'a yaklaşmıştı. Bundan nefret ediyordu. Ona bu denli yakın olmanın dizlerini titretmesinden nefret ediyordu.
"Dikkat edin o halde. Yanınıza bir bölük asker daha alın. Şu günlerde kimin nerden geldiği belli olmuyor." Mark'ın bakışları Hendery'e çıktığında ona gülümsemiş krala bir adımda o atmıştı.
"İlginiz için teşekkürler kral Haechan. Kardeşinizlede buluşacağımı söylemek isterim daha sonra sorun çıkmasın. Malum birbirimizden başka kimse daha iyi anlayamaz bizi." Haechan'ın yüzündeki gıcık gülümseme anında gülümserken parmaklarıyla oynayan Dejun'a çıkarmıştı bakışlarını.
Daha sonra neler olduğunu Mark pek net hatırlamıyor olsa gerek. Muhtemelen teninde gezen parmakların üzerinde bıraktığı bitmişlik hissinden. Ona aşık olduğunu daha kabullenememişken her hareketine böyle eriyip gitmek Mark'ın gururuna dokunuyordu. Ancak Mark'ın annesinden aldığı öğütleri var. Canını yakanın canını yakacağına yeminleri var.
"Tehlikeli oynuyorsun Mark" Kral çıkmadan önce tek ayağının üzerinde yükselip Prensin kulağına eğildiğinde fısıldamıştı bu ateşi. Onlardan başka kimse duymadı. Sarayın efsanevi duvarları görmedi. Xiaojun ve Hendery kör oldu sanki. Haechan'ın parmakları Prensin beline taktığı ince zincirinin üzerinde gezinirken derin bir nefes bıraktı. Eğer öfkesi olmasaydı bu dokunuşlarla erir giderdi orda.
Ancak cevabı pekte öyle olmadı. Mark hiçbir zaman kolay bir düşman olmamıştı zaten.
"Biz yalancılar yazarız oyunları Kral Haechan. Sizde kurallarına göre oynarsınız ancak." Cevap beklemeden başını hafifçe eğdikten sonra hızla yürüdü o koridorlarda. Dejun'un peşinden 'mahvolduk, bittik biz, öldüreceğim seni' tarzı tehditlerini duymadı. En azından göğsü daha dikti. Onu mahvettiğinin farkındaydı. Ama farkında olmadığı bir şey vardı. Kanlı savaşların galibi olmazdı. Bir taraf canından olurken diğer taraf vicdanından olurdu.

"İnanır mısınız Prens Chenle'yu ilk gördüğümde henüz emekliyordu. Üzerinde lila bir gömlek vardı. Başına özenle takılmış tacı taşıyamıyordu bile." Sir Kun yüksek sesli bir gülüş bırakırken Chenle'nun yüzünün aldığı şirin ifadeyi Mark gülümseyerek izliyordu. Yemeğin sonlarındaydılar. Sir Kun'un en özel parçalarından biri olan siyah uzun şişenin içerisindeki inanılmaz şarabı içiyorlardı. Bu insanlar sahiden her şeyin en iyisini yapıyorlardı. Kendi şaraplarının aksine acı bir tadı yoktu. Boğazından geçtiğinde yumuşacık bir his bırakıyordu. Tatlı gibiydi ama tatlı değildi sanki. Mark bunu nasıl tarif edeceğini sahiden bilemiyordu.
"Jisung ise daha kundakta bebekti." Bu sefer bozulan Jisung kaşlarını çatarken yavaşça Sir'e vurmuş isyanlarını serbest bırakmıştı.
"Kun abi ise gördüğüm en çirkin insandı. Küçükken bile siyah giyinir asla bizimle oynamazdı. Ellerinden kitapları eksik olmaz bize hep aptal olduğumuzu söylerdi. Nefret ediyorum o günlerden. Günlerce aptal değilim diye ağlamıştım." Jisung sahte bir serzenişle konuştuğunda Mark sahiden böyle bir ortamı nasıl özlediğini düşünüyordu. Sandığı gibi değildi hiçbir şey. Sir Kun korkutucu, kasıntı bir adam değildi. Prens Chenle ise yıllarca kendine konuşacak Jisung'dan başka arkadaş arayan zavallının tekiydi. Abisi hayatını mahvetmişti.
"Prens Johnny'de burda olsaydı keşke. Onunda sohbeti hoş gibiydi." Chenle konuştuğunda Mark hafifçe gülümsemiş hoş şarabından bir yudum daha almıştı.
"Bir süredir odasından pek çıkmıyor malum tam iyileşmiş sayılmaz." Masadaki herkes başını anlayışla sallandığında Mark oynadığı kumara devam etti. Aslında bunu kralı parçalamak için değilde sahiden istediği için yapıyordu.
"Prens Chenle bir gün sizi büyük sarayda ağırlamak isterim. Daha çok görüşmeliyiz." Chenle'nun gergin gülümsemesi ve Jisung'ın gerilen bakışları pek iç açıcı değildi aslında.
Onunda korkuları vardı herkes gibi. Jisung'ı kaybetmek, Sir Kun'u kaybetmek. Başkada kimsesi yoktu zaten. Abisi bu kadarla bırakmıştı çevresini. Kendinden mahrum etmişti onu. Buraya hapsetmişti. Her ne kadar gülüp eğlensede senede bir kez gördüğü Hendery'i, Dejun'u özlemiyor muydu?
Eski günleri istiyordu. Belkide ufak bir fırsattı bunlar onun için. Sadece kendisine bakmakla yükümlü kılınmış biriciği Jisung için.
"Gerçekten isterim bunu Prens Mark." İki prenste kendi çıkarları sessiz bir anlaşma yaparken aralarında, Sir Kun çıkacak fırtınayı hesaplıyordu kendince. Dejun ise belki eski günler geri gelir diye umut ediyordu. Ancak her şey hesaplanan gibi olmazdı. Öylede olmadı zaten.
"Biricik kardeşim uzun zaman oldu."

Aranyhid • markhyuckHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin