Beyaz Manastır'ın Meftunu

3 0 0
                                    

-- Günler kısalıyor. Nerede kaldın? Kaç saat oldu, kapım açık kaldı.


-- Öyle. Sorumu affediniz, Gül Hanım, siz yalnız mı yaşıyorsunuz?


-- Hayır. Annem, babam geç olmadan fakir bir akrabamıza böğrülce götürüp pişirmek istediler. Daha şimdi soymayı bitirmiştik. Evde kimse yok. Masada tuz ve ekmek var. İçersen, Rodos şarabı da var. Sana ayırmıştım. İçmez misin?


Adamın dişlerini sıkması, upuzun saçlarının ve sakalının ardına saklanması, yanaklarında güller açan damarları gizleyemedi. Ey göklerde olan Babamız, ismin mukaddes olsun.


-- Cömertliğinizi kabul edemeyeceğim, Gül Hanım. Oruçluyum.


Henüz genç olan Gül Hanımefendi, adamın sinirlendiğini sandı ve utancından gözlerini indirip sararmış beyaz kaftanını uzun uzun inceledi. Nasıl davranması gerektiğini bilmiyordu. O, köyün adamlarına hiç benzemiyordu. Yüz ifadesini çözecek kadar tanımıyordu onu; fakat, dağın eteklerinden ta Beyaz Manastır'dan yankılanarak gelen bas sesini tanıyordu. Hem de nasıl tanıyordu! Ne zaman ilahiler başlasa Gül, çarpılmış gibi yerinde donup kalıyordu. Onun sesini duydukça içi titriyordu.


Melekûtun gelsin; gökte olduğu gibi yerde de senin iraden olsun.


Rahip Valentinos inci gibi parlayan akşam sisini içine çekti. Buraya gelmeden önce manastırın balkonundan Akdeniz sularına bakıp huzur bulmaya çalışmış, damarlarında akan çağlayanları dindirmişti. Kilisenin en yaşlı rahibesi ona ruhunu bu firuze sulara açıp sadece nefes alıp vermeyi, Tanrı'nın güzelliğini ve kokusunu içine çekmesini öğretmişti. Her nefes serin bir rüzgardı, azgın bir mumu söndüren esinti. Bu ilahi rüzgarın yanında kalbin fırtınaları, iniltiden başka neydi ki? Ruhsal zenginlik namütenahiydi - bunu her gün yeniden öğreniyordu.


Gündelik ekmeğimizi bize bugün ver; ve bize borçlu olanlara bağışladığımız gibi, bizim borçlarımızı bize bağışla.


Kızı, hardal rengi yemenisi olmadan görmek gayriihtiyari garip gelmişti. Onunla ilk tanıştığı zamanlar, kız örf ve adet gereği Balabayıs marketlerinde bu yemeniyle örgülü saçlarını örterdi. Dokumacılıkla uğraşıyordu. Başörtüsünün kenarlarını sarmalayan ince dantelleri kendisinin örmüş olması muhtemeldi. Bu akşam başlığını neden takmamıştı? Rahatsızlığı herhalde bundan kaynaklanıyordu. Omuzlarından dökülen kalın saçları dalga dalgaydı, dalgalardan adeta yakamozlar kayıyordu. Saçları çok güzeldi. Keşiş, hayatı boyunca duyup kulak asmadığı bu düşüncelerini susturdu. Gül, zaten ufakça olduğu için ona kız çocuğu gibi davranmak zor olmamalıydı. Türklerin dininde çocuklar başlıksız, kaftansız dolaşırlardı. Gül Hanım'a bu saf bakış açısıyla bakmanın zararı neydi? Kendisinden gençti sonuçta...


Fakat, Valentinos içinde - her ne kadar yıllarca susturulmuş olsa da - o belalı sesin fısıldayışını gene duyuyordu. Karşındaki çocuk değil, Valentinos. Kadın. Bunun anlamını tahayyül etmek istemiyordu. Tanrım, beni, bu günahkarı affet. Elindeki küçük kırmızı kitabı sıktı. Saygılı bir şekilde gülümsedi ve babayani sohbetine devam etti.


-- Tanrımız, bu mübarek günde ailenizin yolunu açık tutsun. Daha yağmur yağmayacağa benziyor, temiz havada yolculuk etmek her zaman hoştur. Aydınlık bir akşam. Siz neden gitmediniz?

The Past Before UsWhere stories live. Discover now