Nar Şarabı

7 0 0
                                    

Eskiden annemin olan evde gece yarısıydı. Yerde yatıp tavana bakıyordum. Sarı kumtaşları ayışığında beyaz timsah gibi parlıyordu. Şimdi ise kapkaranlıktı, kumtaşından ziyade duvarların kaplandığı keten duvar kumaşı belirgindi. Sargı bezine benziyorlardı. Oda mumyalanmıştı fakat içinde hala bir kalp atıyordu: benimki. Hem de göğsümü gagalarmışçasına.


Kuru Sahra kumu, hasırın üstünde yattığım halde boynumu ve peruksuz kafamı sürtüyordu. Rahatsız ve uykusuzdum. Birkaç kere kalkıp odanın bir ucundaki sedire oturup, komşunun penceresine bakıp gördüğüm o mavi gözleri bulmak istiyordum. Düşündükçe kafamdaki düğümlü hayalleri sıkılaştırıyor, heyecandan kaskatı oluyordum. Hasat mevsimini de geçirmiştik, o ayrı, havalar soğuyordu ne yapsan...


Fakat uyumak zorundaydım ve uyudum. Kardeşimi uyandırmak istemedim.


O gün bana Nil nehrinden de derin, lacivert taşı gibi ince beyaz damarlı, kuvars parlaklığında bakan gözler kimindi? Bu Dünyadan mıydı?


Sabah uyandığımda, kardeşim elinde sabun ve kireçtaşı nehirde yıkanıp vücudundaki tüyleri tıraşlıyordu. Hayırdır ağabey, dedim, ne bu hararet? Kardeşim hafifçe gülümsedi, kollarını kireçtaşıyla kazıdı. Ne yapabilirim kardeşim, dedi. İnsan içine kıllı kıllı çıkılır mı? Hem berbere yetişmem lazım. Görebildiğin üzere başım ustaca kazınmaya muhtaç. Burada durup bana imalı imalı baktı. Evet, bir gün başını ben kazımaya çalışmıştım. Leopara benziyordu biraz, bana kızmakta haklıydı. Annemiz, Firavun'un haremine denetmen olarak atandığında bizi kendi başımıza bırakma zamanı geldi, demişti. Ev işleri bana kalmıştı lakin iş estetik güzelliğe gelince hatalarım sınırsızdı. Kardeşime doğru düzgün bakamıyordum, neyse ki o benden büyüktü de bana muhtaç değildi...


Avcumu uzatıp başımı eğdim. Bana güvenebilir misin? Sırtında bir yer kaçırmışsın. Kaşlarını çatıp kireçtaşını uzattı. Sırtını ovarken, kardeşimin vücudunun bana yabancılaşmış olduğunu fark ettim. Boynundan kuyrukkemiğine kadar ince adaleler yerine kas kirişleri uzanıyordu, onu üzdüğünü bildiğim üzere siyah saçları gür, cildi içten içe eriyen bakır rengindeydi. Adamdı.


Değişmeyen tek şey vardı, o da kokusu. O küçüklüğünden beri gül ve kehribar gibi kokuyordu. Ben ise soğan ve hurma gibi, bu da beni herhalde resmen kadın yapıyordu. Yanan gübre ve tuzlanmış et kokan mahallemizde parfüm bakımından çareler bitmez tükenmezdi tabii. Ben de arada sırada annemin gönderdiği parayla yerde kırık bulduğum parfüm şişesini doldurmaya gidiyordum. Parfümcünün sattıklarından en hoşuma giden koku, kına çiçeği, kakule, tarçın, mürrüsafi ve karapelin karışımıydı, bazı zeytin yağıydı. Uzak diyardan gelen tarifmiş (Akdeniz'de büyük bir ada diyorlar). Her neyse, parfüme gereksinim duymamak hoş olsa gerekti. Derin nefes aldığımı duymuş olacak ki kardeşim güldü. Kız, yine koklanıyor musun? Ben de güldüm. Belki parfüm atölyesinde iş bulurum diye şakalaşıyorduk. Sen de her zaman nahoş koksan güzel koku aramak istemez misin, diye cevap verdim. Kıkırdadı.


-- Yaylanma da, ne koklamak istersen kokla, dedi. Dedim ya, berbere erken yetişmem lazım. Kuzey'den konvoy geliyormuş diye herkes güzel görünmek istiyor...


-- Sen de onlardan birisin.


The Past Before UsWhere stories live. Discover now