hayat, bizi her zaman umut etmeye, hayal kurmaya mecbur ederdi. umut ederdik çünkü yaptığımız ya da en azından yapmaya teşebbüs edeceğimiz işlerimizin boka saracağı fikri bizi korkuturdu. umut ederdik çünkü bencilce düşlerimizin gerçekleşme ihtimali bizi tatmin ederdi. gerçeklerden kaçmak için hayal kurardık. bizi bir nebze mutlu etsin de bu berbat dünyanın yaşattığı iğrenç hislerden bir nebze kurtulabilelim diye hayal kurardık.
ve ben de insanın doğası olan bu eylemleri gerçekleştiriyordum. minho'nun aptal kardeşi ve onun iğrenç arkadaşlarından kurtulmasını umuyordum. çünkü fark ediyordum, ona karşı tarif edemeyeceğim hisler besliyordum.
son zamanlarda her şey üst üste geliyordu. normal bir şekilde ilerlediğini düşündüğüm hayatım, babamın geçen haftadan bu yana yataktan bile kalkamayacak hale gelmesiyle son bulmuştu. bu günün geleceğini biliyordum. babamın kendine dikkat etmeyişinin, varını yoğunu benim için harcamasının bana olabilecek en kötü şekilde döneceğini biliyordum. ve umut ediyordum. babamın iyileşmesini umut ediyordum.
ben babam için bitki çayı hazırlarken kulübenin yavaş ve güçlü bir gıcırtıyla aralanan kapısı beni düşüncelerimden sıyırıp gerçek hayata bağladı. kapıda, elinde içi dolu bir torba ile beliren silüet yorgunluğumun uçup gitmesini sağlamıştı sanki.
“annem ve jisung'un babası dün gece florida'ya gitti. jisung da changbin'lerle içmeye. babanın ilaçlarını aldım ve böğürtlen reçeli getirdim.” dedi, minho kapı eşiğinde dikilirken. elimle arka tarafımda kalan koltuğu gösterip geçmesini bekledim. o ise kapıyı kapatıp yanıma geldi ve yaptığım çaya baktı. sonra elimde tuttuğum karıştırma çubuğunu aldı ve çayla kendisi ilgilenmeye başladı.
“sen otur, dinlen biraz. ben hazırlarım. üstelik yanlış yapıyorsun bunun içine şeker katmamalısın.”
“babam şekersiz acı olduğunu ve midesini bulandırdığınu söyledi.”
“acı olması daha iyi, şeker katarsan bitki çayının bir anlamı kalmaz ki. hem kusarsa midesi rahatlar, iyi bir şey bu.”
öyle emin bir şekilde konuştu ki, itiraz etmedim. koltuğa uzandım ve gözlerimi kapattım. uykusuzdum, gözlerim kapattığım anda sızlamaya başlamıştı.
“gözlerim ağrıyor. bunun için de bir formülün var mı, şifacı?”
“o ne demek bilmiyorum ama gözlerin için bir şeyler yapabiliriz. önce babanla ilgileneceğim.”
benim hazırladığım bitki çayını tezgahta ayrı bir yere koyup, küçük demir bir kap çıkardı. kulübede öyle bir şey olduğunu bile bilmiyordum ama o, sanki kabı kendisi yerleştirmiş gibi bulmuştu.
tezgahın üzerine bıraktığım daha doğrusu dağıttığım kavanozlardan her birini eline alıp tek tek kokladı ve anladığım kadarıyla doğru olanları o küçük kabın içine döktü.
“bu çayı babana içirdikten sonra kalan kısmını pamuğa döküp gözlerine sürersek hem mikrobunu alır hem de rahatlatır.”
onun arkası dönük olmasını umursamadan kafamı salladım ve koltukta daha rahat olduğunu düşündüğüm bir pozisyon aldım. sürekli babamın başında oturuyor oluşum belime ve sırtıma pek iyi gelmemişti, ne yaparsam yapayım sızlıyordu ve ben bu ağrıyı çekmektense jisung'tan falan dayak yemeyi tercih edecek durumdaydım.
“şunu babana verip geliyorum. sen kalkma yerinden.”
minho, benim ne zaman piştiğini bile anlamadığım bitki çayını bir kupaya koyup babama götürürken ben yine sadece kafa sallamakla yetinmiştim.
birkaç saniye sonra babamdan gelen öğürme sesleri yerimden sıçramama neden olmuştu ve haliyle sırtımdan vücuduma yayılan o kuvvetli ağrı da yeniden uzanmama..
yine de kendimi bir balet edasıyla yerimden kaldırabilmiştim. yavaş ve bir o kadar da esnek bir doğrulmaydı bu. tabii ben kalkana kadar minho işini halletmiş olmalı ki kot pantolonundaki kusmukla odadan çıkmıştı.
“iyi haber; babanın midesi rahatladı. kötü haber; üzerime kustu, benimle sabunu ve kıyafetlerini paylaşmak zorundasın. ve, ah! bir iyi haber daha; tüm kusmuğu üzerimde taşıdığım için temizlemen gereken bir yer yok.”
ben yüzümü buruşturmuş bir şekilde ona bakarken o, bu sanki çok olağan bir şeymiş gibi konuşup banyoya girmişti.
ben de babamın yanına gitmiştim, açıkçası oda pek hoş kokmuyordu. yine de camı aralayıp yatağın köşesine kuruldum. bu kusma olayı babamı gerçekten rahatlatmış olmalı ki uykuya dalmıştı.
o kadar yorgundum ki olayın absürdlüğüne bile gülemiyordum.
minho da temizliğini bitirmiş olacak ki banyodan bana seslenmişti.
“hwang, uyuman ve dinlenmen gerektiğini düşünüyor olsam da bana kıyafetleri vermelisin çünkü ben içeri girerken almayı unuttum.” dedi minho, banyo kapısının ardından sadece kafasını görebileceğim bir şekilde bana bakıyordu.
ona kafa salladım ve dolabımdan yarım kollu bir tişört ve pantolon alıp ona uzattım.
“iç çamaşırı?”
“boxerımı kurtarabildim, üstelik bir başkasının çamaşırını giyemem. bu sen olsan bile.”
“sana giydiklerimden verecek kadar pis biri değilim,” dedim ben de. kıyafetleri ona uzatıp çabucak uzaklaştım. kıyafetleri almak için öne eğildiğinde çıplak göğsünü görmüş olmak utanmama sebep olmuştu. üstelik onu rahatsız etmek de istemiyordum.
ben önümdeki eski gazete yığınlarıyla ilgilenirken, o da tamamen giyinmiş bir şekilde yanıma gelmişti.
“kıyafetlerimi sudan geçirdim ama yine de sizinkilere koku sinmesin diye tek başına makineye atıp, çalıştırdım.”
“kusmuk kokan kıyafetlerinle ilgilenmiyorum, minho,” dedim. kısılan kahverengi gözleri ve birbirine bağladığı kollarıyla hesap soran bir görüntü vermişti, kendine.
“peki, neyle ilgileniyorsun?”
“seninle.”
*
bommmmboş bir bölüm
ne yazdığımı da bilmiyorum
yazım yanlışı falan kesin vardır çok kontrol edemedim, muhtemelen sonra silerim ya da düzenlerim
neys kendinize iyi bakın :3
not: küçük kap da cezve bu arada manyak gibi durmasın diye yazmadım
ŞİMDİ OKUDUĞUN
güzelliğini çarpıtan aynalar ≽ hyunho
Fanfictionbu berbat dünyada bile her insanın payına bir muzice düşerdi. benimki para, şöhret gibi şeyler değildi. benim mucizem lee minho'ydu.