Bölüm Otuz Bir

774 60 61
                                    


Tekiladan bir shot alıp boş bardağı bar tezgahına koyup diğer boşlarıma çarpıp bir ses çıkarana kadar iteledim. Son bir shot daha, son bir sıvı belirsizlik anı daha.

"Cennette sorun mu var?"

Jensen'ın bana sırıttığını bilmem için başımı kaldırıp ona bakmama gerek yoktu. İtelediğim bardak hafif yuvarlanıp etrafında daireler çizerek tekrardan durgun hale gelirken o sırıttı. "Selam."

Kapa çeneni," onu refleks olarak tersledim.

Ben tüm hafta boyunca zar zor benim aküm olan, ekibinse kahve adını verdiği içecekle hayatta kalıp da ailemi özlerken ; Jensen, sıçmık herif, tamamen etkilenmemiş görünüyordu. Öncesine göre belki daha da neşeliydi bile.

Gözlerini devirdi. "Hoş davranışların tükenmiş görüyorum ki."

Yanaklarım öfkeyle kızardı ve konuşulmayan hüsranlarım göğsümde birikti. Jensen tüm hafta boyunca sıcak- soğuk yapmıştı bazen o sıcacık yeşil gözleri üzerimde dolanıp beni ısıtıyorken bir dakika sonrasında bana acıyan bir arkadaş oluyordu. Bir dakika önce dudakları aldatıcı bir olumlulukla o-kıçın-var-ya-o-bana-ait dercesine kıvrılırken yine bir dakika sonrasında o beni kardeşi gibi görürken saçma hayaller kuran aptal biriymişim gibi hissetmeme neden oluyordu.

"Bence yeterince içtin," dedi samimice, bir süre durakladıktan sonra.

Burnumdan soludum. Tabii ki de bu böyle olmak zorundaydı o mükemmel ve haklı iken ben dibe çökmüş, bitmiştim.

Kendisinin ateşli olduğunu düşünüyor olmalıydı. Set etrafında altındaki Vintage kas arabasıyla gezmesiyle, mükemmel keskin hatlı çenesiyle, o koca  kızlara yakışır gözleriyle... 

Aptal, güzel, insanı sinir eden oyuncu ve sıkı harikulade kıçı...

Karaciğerim hayatın berbat olduğunu kabullenene kadar içmeye karar verdim.

Planım buydu. Yeni doldurulan bardağı elime alıp altın sıvı dolu bardağı kenara koymadan inceledim. Ama belki de Jensen haklıydı.

Bar sandalyesinden kalkmak için sandalyeyi geriye ittim ve sandalyenin bacakları muşambada tiz bir ses çıkardı. Ardından sanki yer kaybolacak gibi hissettiğimde el yordamıyla bar tezgahına son anda tutundum. Zihnim bulanık bir halde yözlerimi sıkıca yumdum.

"Ne oluyor amı-" Gözlerimi açmamla soracağım soru dilimde donakaldı. Nasıl olduysa hala İngilizce konuşmayı başarabiliyordum. "Hey." yutkundum, boğazım ise aniden gelen bir kurulukla acıdı.

Dizlerim sarsıldı ve tüm bu dengesizliği içtiğim alkole veremeyeceğimi çok iyi biliyordum.

Jensen'ı en son gördüğümde bugündü ve sette karakterine bürünmüş haldeydi. Dean'di, setteki yatağa uzanmıştı, eşek sudan gelinceye kadar dayak yemişti, terli ve kirliydi ve siktir, ateşli kelimesinin on türüydü.

Bunun bir şey olduğunu düşünmüştüm.

Şimdi ise Jensen karşımda kapkara blazeri, üzerinde onu ikinci derisi gibi saran takım ceketi ile pantolonu ve gümüş rengi kol düğmeleriyle duruken bilemiyordum. Beş düğmeli, belini sıkıca saran blazeri kemerinden hemen üstte bitiyordu... Yutkundum ve gözlerimi yukarı doğru, Windsor markalı kıravatının düğümüne çıkardım, gözlerindense kaçındım. Fotoğraf çekiminden falan çıkmış olmalıydı.

"Hey, dikkatli ol." Jensen homurdandı. Beni dengelemek için bana uzandı ancak elini iteleyip onu geri çevirdim.

Jensen geri çekildi, elindeki hiç içilmemiş kehribar renkli , buzlar etrafında bir girdap oluşturan içkisini tutarken tamı tamına patronluk taslayan bir götleğe benziyordu. Hele o takım elbisede.

Nobody Sees Nobody Knows // Cockles (Türkçe Çeviri)Where stories live. Discover now