1

55 7 0
                                    

"Hayır efendim, eğer şimdi siz Fransa da doğmuş olsaydınız Fransalı olmaktan da gurur duyacaktınız." Gömleğin bile gizleyemediği göbeği, bir anda kasıldı. Eciş bücüş olmuş bir tablonun içine öylesine sıkıştırılmış boşluk gibi sözlerimi hiç tartmadan fırlatıp atıyor, attıkça içimde ki arsız kelimeler sağa sola firar ediyordu. Asilzadelerin kilisiye ve saçma değerlere olan bağlılığı dilimi daha bir kuvvettli kılıyordu sanki. Beyaz saçları terden sırılsıklam olmuş alnını kamçılamakla meşguldü. Puşt herifin tekiydi işte. Yüzüne bir yumruk atsanız, parmaklarınızı vıcık vıcık çamura batırmış gibi olurdunuz. Afyonlu kalın sigarasını içerken, ki bunu karısıyla münasebetteyken bile yaptığını düşünmüyor değildim, bir hayli yorulmuş olmalıydı ki artık konuşmaktan sakınıyordu.

"Baban seni eğitmek için o kadar çok çabaya gerek duymasaymış keşke. Bu kafa eğitilemeyecek kadar boş." Son sözü bu olmuştu, Tokyo'dan gelen ipek perdeler ileri geri sallanıp, rüzgarı yüzüme kondururken esniyordum. Dışarısı soğuktu ama soyluların evi her zaman taşralıların kanını akıtacak kadar sıcaktı. Yanımda birinin durduğunu hissettiğim de bakışlarım aniden fildişi ve güllerden yapılmış o narin çocuksu yüzü buldu. Bana hiç bakmadan Lord John'un irislerini ele geçirdi.

"Takmayın siz bu başı bozuk adamı Lordum." Lord John, başını efsunla kaldırıp melodik sesin sahibini büyük bir nezaketle selamladı.

"Hoş geldin Michael, uzun zaman oldu öyle değil mi?" Sevgili Michael, herkesin saygısını kazanmakta usta bir adamdı. Onun gibisini dünyayı santim santim karışlasanızda bulamazdınız.

Michael ise kederimin hiç ama hiç farkında olmadan İran heybeleriyle döşenmiş divana bir çırpıda oturuverdi.

"Öyle efendim. Şimdilik izniniz olursa arkadaşımı sizden almaya geldim." Baygın kokusu içimi ısıtırken, Lord John'un ablak suratı sevinçle dolmuştu.

"Elbette." Lord John ayağa kalkma gereği bile duymadan, sigarasını tüttürmeye devam etti. "Tekrar görüşelim Michael."

"Eğer müsait olursanız yarın bana uğrayın. Lady Mandy Çin'den mükemmel bir çay getirmiş, size ikram etmek benim için bir onurdur." Soyluların o çok nazik kelimelerinin arasında sırıtan sığ kelimeler, midemi bulandırıyordu.

"Çok memnun olurum. Öyleyse yarın görüşürüz." Michael koluma girerken yaşlı hizmetli bizi kapıya kadar takip etti. Türk halıları cilalı ayakkabıma yumuşak bir hissiyat verirken, hizmetli iyi dileklerini arkamızdan iletmekten büyük bir gurur duyuyordu. Tıpkı Lord John'un ingiliz olmaktan gurur duyması gibi.

"Kuzum. Kaç saattir seni arıyorum." Michael, şekilli ağzını açıp hiç sıkılmadan konuşmaya başladı. Dün yarım kalan kavgamızı tekrar başlatmak istemidiğimden usul usul yürümeye devam ettim.

"Seninle konuşmak istemediğimi söylemiştim halbuki."

"Dünü unut, sadeca biraz yorgundum anlarsın ya." Koluma daha sıkı tutunurken, ne söylemem gerektiğini bilmiyordum. Bir anda elimden tutup ıssız sokağa sokarken, nasıl olup da beni sevdiğini anlayamıyordum. O ki Tanrıların çocuğuydu, bense kara kuru, çelimsiz ve korkunç bir surata sahiptim. "Kızmadın bana değil mi?" Kemikli uzun parmaklarını yanağımda gezdirirken fısıldıyordu. "Biliyorsun, ben haylaz bir çocuğum." Dudaklarıma küçük bir öpücük kondururken, buz tutan kristale yumruk atmışım gibi içim gıcırdadı. Oyuklarıma yağ sürselerdi, kemiklerim kırılmazdı. Bir kapıyı aniden çarpıp, camların tenine saplanması gibiydi bu. Güzel bir suratın, çirkin bir surata yapışmasını hiç bir kilise onaylamazdı. Dili gırtlağımdayken, salyamı ağzına akıtırken, hiç korkmuyordum ama gece çöküp kendi kendime sarıldığım zaman, yatağımda ağlayıp kahroluyordum. Hiç ama hiç farkında değildi yaptığının, haylaz bir çocuğun; parçalara ayırmaktan zevk duyduğu bir oyuncaktan farksızdım.

michael, fildişinden yapılma suratın beni zedelerWhere stories live. Discover now