XIV
Kendime geldiğimde gece olmuştu. Pis bir yatağın üstünde yatmaktaydım; tavanda sallanan bir fener, yanı başımda sıralanmış başka yatakların da olduğunu görmemi sağladı. Beni revire getirdiklerini anlamıştım.
Birkaç dakika gözleri açık kaldım; kafamın içinde ne bir düşünce ne de bir anı vardı, bir yatakta olduğum için alabildiğine mutluydum. Gerçeği söylemek gerekirse eskiden böyle bir hastane ya da hapishane yatağı, beni korku ve acıma duygusuyla ürpertirdi; ama ben aynı insan değildim artık. Çarşaflar gri renkteydi ve dokunulduğunda sert oldukları anlaşılıyordu; üstümdeki yorgan ince ve delik deşikti. Şilte saman kokuyordu; ne fark eder! Bedenim bu kaba çarşaflar içinde rahatlıkla gevşeyebilirdi; ne kadar ince olursa olsun, bu yorganın altında, alışkın olduğum, kemiklerimin iliklerine yerleşmiş olan o korkunç soğuğun yavaş yavaş dağıldığını hissediyordum. Yeniden uykuya dalmışım.
Büyük bir gürültü beni uyandırdı; daha sabahın erken vakitleriydi. Bu gürültü dışarıdan geliyordu; yatağım pencerenin yanı başında bulunmaktaydı. Dışarıda ne olup bittiğini görmek için doğruldum.
Pencere, Bicêtre'in büyük avlusuna bakıyordu. Bu avluda çok büyük bir kalabalık vardı; iki sıra halinde duran askerler, bu kalabalığın ortasından, bütün avluyu boydan boya geçen dar bir yolu zorlukla açıyordu. Bu iki sıra askerlerin arasında, insanlarla dolu beş uzun at arabası, taşların üstünde sallanarak yavaş yavaş geçiyordu; bunlar, gitmekte olan kürek mahkûmlarıydı.
Arabaların üstü açıktı. Her birinde bir forsa takımı vardı. Araba boyunca uzanan ve ucunda, ayakta duran tüfekli bir gardiyanın nöbet tuttuğu ortak bir zincirle ayrılmış olan kürek mahkûmları, sırt sırta vermiş olarak kenarlara oturmuşlardı. Zincirlerin şıkırdadığı duyuluyordu ve arabanın her sallanışında, mahkûmların başlarının oynadığı, sarkık bacaklarının bir o yana, bir bu yana doğru sallandığı fark ediliyordu.
Hava, insanın içine işleyen ince bir yağmurla birlikte buz kesti; bez pantolonlar mahkûmların bacaklarına yapıştı ve griden siyaha dönüştü. Mahkûmların uzun sakallarından, kısa saçlarından sular süzülüyordu; yüzleri morarmıştı, tir tir titriyorlardı, dişleri öfkeden ve soğuktan birbirine çarpıyordu. Aslında başka bir şey de yapamazlardı ki. Bu zincire bir kez bağlandınız mı, kordon denen ve tek bir insan gibi hareket eden bu iğrenç şeyin bir parçası olursunuz. Akıl, artık her şeyden elini çekmek durumundadır, çünkü bu demir halka onu ölüme mahkûm ediyor ve bu hayvanın kendisine gelince, o da gerektiği zamanlarda belirli gereksinimlerini görmek zorunda kalıyor. İşte böylelikle, hareketsiz, yarı çıplak, başı açık ve sallanan bacaklarla, aynı arabaya bindirilmiş, temmuz güneşine ve soğuk kasım yağmurlarına dayanıklı giysiler içinde yirmi beş günlük yolculuklarına başlamaktaydılar kürek mahkûmları.
Kalabalık ile arabadakiler arasında, anlayamadığım korkunç bir konuşma geçti: bir taraftan küfürler öteki taraftan meydan okumalar; her iki taraf da birbirini lanetliyordu, fakat yüzbaşının bir işareti üzerine, arabadakilerin omuzlarına ya da başlarına sopa darbeleri yağmaya başladı ve hepsi birden düzen denilen sözde suskunluğa gömüldü. Ancak hepsinin bakışlarından kin akıyordu; zavallıların yumrukları dizlerinin üstünde geriliyordu.
Atların üstündeki jandarmaların ve arabaların içinde ayakta duran gardiyanların eşliğinde ilerleyen beş araba, Bicêtre'in kemerli kapısının altında art arda yitip gitti; kazanlar, bakır karavana tencereleri ve yedek zincirlerle yüklü altıncı bir araba da onları izliyordu. Kantinde biraz oyalanmış olan birkaç forsa gardiyanı, mangalarına yetişmek için koşar adımlarla çıktı. Avludaki kalabalık dışarıya doğru akmaya başladı. Bütün bu izlediklerim sanki bir ışık oyunu gibi bir şeydi. Taşlı Fontainebleau yolunda ilerleyen tekerleklerin ve atların toynaklarının ağır gürültüsü, kırbaçların şaklaması, zincirlerin şıkırdaması ve kürek mahkûmlarının kötü yolculuk yapmalarını dileyen halkın çığlıkları havada dağılıyor ve gitgide uzaklaşıyordu.

YOU ARE READING
Bir İdam Mahkumunun Son Günü
General FictionVictor Hugo, 1829 yılında yayımlanan Bir İdam Mahkûmunun Son Günü'nü yazdığında 26 yaşındaydı. Genç yazar, ölüme mahkûm edilen bir insanın son gününü büyük bir ustalıkla anlatarak kamu vicdanını etkilemeyi ve idam cezasına karşı bir protesto hareket...