06- İlk Yolculuk

70 6 2
                                    

Dört gün... Öğrenmişliğin ve yaşamanın verdiği yorgunlukla geçen dört uzun gün... Başta sessizlik istemişti, odasından çıkmamıştı ancak yüreğinin uçsuz bucaksız körpe kıyılarında filizlenip çiçek açan o sessizliğe, sadece bir gün dayanabilmişti. Yatağından kalktığı ikinci günde, çevresinde dönüp dolaşan tüm gözlerin onu ve yaşananları kabullenişini görmüştü; bazı bakışlarda gördüğü anlam dolu ve anlayan ifadelerse ona ömür boyu yetecek huzuru vermişti. Sadece tek başına bitirdiği ikinci gününde, uykuda kaldığı koskocaman üç hafta boyunca birçok şeyin değiştiğini ve bu değişime gözle görülemez bir hızla ayak uydurulduğunu anlayabilmişti; değişimine en çok şaşırdığı varlıklarsa sorgusuz sualsiz İnsanlar’dı. O, kendine ait bir kıvraklıkla kimseyi görmediği, kimseyi duymadığı için, birilerinin uzun süre onun ismini bile zikretmemesi tuhaf bir his oluvermişti, hatta ikinci gününde önüne çıkan yabancı bir kıza 'Şey... Ben Barlas Morel, beni hatırladın mı?' diyesi gelmiş, bu diyesi gelmişliği onu çok güldürmüştü. Üçüncü gününün sabahı, oda arkadaşlarının gürültüsüne gözünü açıp peşlerine takılarak Saray’da ilk kez derse girmişti. Belki de birçok kişi onun derse gelmesini garipsemiş, ardından tıpkı yaşananlara olan uyum güçleri gibi derste olanlara da aynı başarıyı göstermişlerdi. Temel Öğretim dersinde işlenen mum yakma konusunu alaya alsa da, önüne mum koyulduğunda bunu becerememesi çok zoruna gitmişti. Diyar Coğrafyası dersi biterken, onların bu diyara geçerken kullandıkları kayaların, niçin Diyar’da yedi adet bulunduğu konusunu düşünerek epey zaman harcadı. Sezgisel Yetenek’de ne işlediklerini hiçbir zaman tam anlamıyla hatırlayamayacaktı çünkü bütün dersi Leo'nun yüzünü hedef alarak attığı gülümsemelerden sağ salim kurtulmaya çalışarak geçirmişti. Melard'ın yüzüne bir kez bile bakmadan anlattığı melekvari yaratıkları artık sevemeyeceğine emindi, zaten pek de sevimli olmasa gereklerdi; melek dediğinin üç gözü mü olurdu hiç! Alper Hoca çaresizlikten bahsederken her şeyi kelimesi kelimesine anlamıştı. Artık çaresizken öfkeye kapılmamanın kuralını kavradığı düşünüyordu; umut... Günün son dersinde Coulson’un anlatırken oldukça hassas olduğu ki bu konu üzerinde belki de onun için durduğu, Kardeşgöz Büyüsü'nü dinlerken, beyin yorgunluğunu kenara bırakıp tüm algılarını açmıştı, “Hakiki bir Kardeşgöz, gözlerinizi size ait olmaktan çıkarır… Kaderin adaletine kalırsınız, adaletse kaçıkların hüküm veren soytarısına hizmet eder...”
   Akşam yemeğini yerken Saray’da ders işlemenin çok eğlenceli olduğunu fark etmişti, gerçi Diyar’ın farklı yerlerinde başka derslerin verildiğine pek emin değildi. Odasına çıktığında arkadaşlarının kısık sesli horlamaları eşliğinde tüm gece boyunca mum yakmaya çalışmış, sabah Rüzgâr'ın bilerek yaptığına emin olduğu gürültüye zar zor uyanıp yeniden peşlerine takılmıştı. Ne var ki ilk dersin Melard'la olduğunu duyduğunda odasına geri dönüp kafasını yastığına gömmüştü, dördüncü gününe uykusunu almış şekilde gözlerini açtığında, vaktin epey geçtiğini fark edip hızla odasından çıkmıştı. Nereye gideceğini, ne yapacağını bilmeden öylesine yürümeye koyulmuştu, kendini dersliğin kapısında bulsa da, içinden gelen memnunsuz hisle birlikte ders işlemeyi hiç mi hiç istememişti. Sessizlik bu ya, artık içini dakikada bir sıkıntı basıyor, ne olduğunu bilemediği o his vücuduna sinsi bir zehir gibi yayılıp her yerini sarıyordu. Vakit, Migan Dysis'in sesinden mahrum kalmış geceyi bulana yakın, Alp'in kapısını çalmıştı. Günün kalan saatlerini başından geçen ne varsa anlatarak geçirmiş, Emre'nin uyandığı on dakika boyunca onu öpücüklere boğup keyiflenmişti. Alp'in, yaşadıkları karşısındaki hayran bakışları ona daha da ilham vermiş, kendinin bile yaşarken isimlendiremediği birçok hissini dillendirmişti. Onun yaşadığını ondan öte bilen yeni bir dostu vardı artık... Dördüncü günü bitirip, ona kısa sürede bıkmışlık hissi veren yatağına uzandığında, aklına gelen teklifle kendinden geçmiş, bu teklifi hatırlayabildiği için defalarca şükretmişti. Evet, vakit gelmişti; mademki artık sessizlik paklamayacaktı onu, mademki artık kendi kaderiydi suçu, Beyaz Saray'ın tatlı mı tatlı yaşantısına veda edebilirdi. Coulson boşuna teklif etmemişti ya, Adelpha boşuna söylememişti ya; Diyar'ın asıl yüzü köylerdeydi... Gitmeliydi... Olağanca bir cesaret ve emin bir gülümsemeyle, Beyaz Saray'ın bol ışıklı koridorlarını arşınlarken kendini çok heyecanlı hissediyordu. Kıvanç ve Rüzgâr ondan önce odadan çıkıp dersliğe gitmişlerdi. O da onların ardından derin düşünceli iki saat sonrası kendini dışarı atmış, Alp'in odasına doğru yürümeye başlamıştı. Alp’i pek zor ikna etmişti; geri dönmeyi düşünmediğini söylemişti, hiç değilse bunu kardeşi için yapabileceğini… Alp, nerede kalmayı düşündüğünü sorduğunda afallamıştı ancak Coulson’la konuşacağını söyleyip odadan çıkmıştı.
      Yedinci kata geldiğinde Coulson’un odasını aranmaya başladı. Umduğu tek şey odasında olmasıydı ama bu ihtimal epey düşük gözüküyordu. Bu zamana kadar gözü ona çok takılmış olsa da sürekli farklı yerlerde görüyordu onu, odasından öte öğretmen odalarının bulunduğu bu katta dahi olmayabilirdi. Niye olsundu ki zaten, etraf karma karışıkken hangi eğitmen odasında otururdu! Alp'e bu akşam için hazırlanmasını söylemişti ancak Coulson'ı bulamama korkusuna düştü. Kadim büyüler konusunda epey gelişkin bir yetişkin Gizem Diyarı'nda nerelere gidebilirdi kim bilir; belki üç, belki beş günlük uzun bir yolculuğa çıkmıştı, belki de Saray yaşantısından sıkılmış, uzaklaşmıştı... Tüm bunları düşünürken son günlerde onu görmediği de aklına geldi, iyisi mi bir anda onu esir alan bu heves kursağında kalacak gibiydi, o kadar aranmasına rağmen bulamamıştı işte, hocası yolculuğa çıkmıştı kesin… “Yolculuk için çok yaşlıyım.” diye gelen sesle ürperip arkasına döndü, biri düşüncesini mi okumuştu! Dibindeymiş gibi gelen sesin sahipleri ondan az ötedeydi, evet Coulson! İşte oradaydı, yanındaysa tanımadığı kirli sakallı bir adam vardı. Bu adamı daha önce görmüştü sanki, sanırsa üst sınıfların hocalarındandı.
   “İnatçısın dimi?” dedi kirli sakallı adam, “Yaşlıymış, bu bahanene kim inanır?”
   “Kim neye inanıyorsa inansın sevgili dostum; sadece bedenim değil, ruhum da yaşlandı artık.” dedi Coulson. Adam hevesi kursağında kalmış gibiydi, büyük ihtimal o da yolculuk teklifiyle gelmişti, anlaşılan aynı cevabı o da alacaktı.
   “Peki, yardıma ihtiyacın olursa beni bulursun. Ben artık duramayacağım...”
   “Bu bir elveda sanırım.” dedi Coulson acı bir gülümsemeyle.
   “Yollarımızın ayrılacağı aklıma gelmezdi. Beni tanırsın, ben de seni iyi tanırım; yorgunluğun ya da yaşlılığın genç ruhun için sahte bahaneler dostum, benden dahi sakladığın şeyler var, belli ki senin için mühim olan şeyler. Umarım uğruna düşünmeye değecek şeylerdir, belki yine karşılaşırız… Görüşmek üzere...” Uzak da olsa Coulson’un kederli bakışlarını görebiliyordu, dostu olduğunu öğrendiği adam da aynı durumdaydı. Aralarındaki bu sevgi ona tuhaf hissettirmişti. Karşısında iki yaşlı adam duruyordu; yaşlılıklarını alaya alabilen ve belki de uzun yıllardır beraber olan iki dost. Aklına Kıvanç'ın düşmesinden kaçınamadı, bu ona hem acı hem de huzur veriyordu. Tokalaşıp ayrıldıklarında nereye gideceğinden bir müddet şüphe eden Coulson'a doğru yürüdü. Adam o haldeyken konuşmanın doğru olmayacağını düşünüp vazgeçti, arkasını dönecekti ki Coulson’un bakışları onu yakaladı,
   “Barlas.” dedi Coulson yüzündeki keder memnuniyete dönüşürken, “İçimden bir ses beni görmeye geldiğini söylüyor.”
   Barlas birkaç saniye süren şaşkınlık ardından Coulson'a doğru yürümeye başladı. Gülümsemek istedi ama beceremedi, “Şey, ben özür dilerim...” dedi, niye özür diliyordu ki, “Yani, demek istediğim, geçmiş olsun.” Bu da doğru bir ifade değildi! “Ya da her neyse, az önce ayrıldığınız kişi dostunuzdu sanırım.”
   Coulson gülümsedi, “Gün gelir, yollar ayrılır…” dedi acı bir ifadeyle. Barlas'ın dibine kadar geldiğinde gözleri parladı. Barlas ne olduğunu anlayamadan Saray Bahçesi'nin ortasında beliriverdiler. Başka günlere göre oldukça sakin olan bahçede, gözler yanı başlarına cisimlenenlere dikilmişti. Coulson bunu umursamadan yerde dikkatini çeken bir otu incelemeye koyuldu. Bahçe'nin köşesine gelmişti; neredeyse bir ay önce Sirius'a indikleri kayalıkların başındaydılar. “Şu işe bak.” dedi Coulson, Barlas döndü. “Bu bir kurtboğan filizi.” Barlas bunu bir yerlerden hatırlar gibiydi ama açıklama bekler gibi baktı, “Aconitum, güzel görünümlü ölüm çiçekleri.” diye ekledi Coulson.
   “Ne işi var, biri bırakıp gitmiş mi?” dedi Barlas hatırlayıp; Levent Hoca’nın bahçesindeki çiçektendi bu… Yakından bakınca bitkinin sıradan bir çiçek gibi toprağa ekili olduğunu gördü. “Kim ekmiş bunu?” diye şaşırdı, zehirli değil miydi!
   “Kimse ekemez ki, kendi kendine peyda olmuş besbelli.”
   “Saray'ın bahçesinde ölümcül bitkiler mi yeşeriyor?” dedi Barlas.
   “Görünen o ki artık yeşeriyor. Sökülmesi lazım. Bir ara hatırlat.”
   “Neden? Bırakın yaşasın, kime ne zararı var?”
   “Aklını mı kaçırdın evladım, ölümcül bu.” dedi Coulson, Barlas Coulson’un bu cümlesini komik buldu. “Neyse, bir ara hatırlatırsın. Gel gelelim asıl konumuza, sanırım teklifimi değerlendirmeye karar verdin?”
   “Evet ama sizi düşünmeden hevese kapıldım, sanırım artık geçersiz bir teklif.”
   “Bu da nereden çıktı?”
   “Az önce demiştiniz ya hani? Yorgunum, yaşlandım diye?”
   “İlahi!” dedi Coulson içten bir kahkaha atarak; bir İnsan’ın kahkahası bu kadar mı sempatik olurdu, kıskanılacak şeydi doğrusu, “Bak bakayım bana, hiç yorgun, yaşlanmış gibi duruyor muyum?” Coulson gözlerinin içini dolduran ışıltıyla ve bu hareketli mi hareketli tavrıyla genç olma konusunda ona taş çıkartabilirdi, buna adı gibi emindi. Gerçi Detsya adından emin olmamasını söylemişti dimi, içten içe güldü. Ardından kendine karşı soğudu, Kıvanç'ın esprilerinden farksızdı bu! Neresine gülmüştü bunun!
   “Hakkınız var hocam, aynı kefeye konsak ağır basardınız.” dedi, “Siz yukarıda dostunuza öyle söyleyince, bir an için hayal kırıklığına uğradım ben de.”
   “İyi ya işte, sana farklı şeyler söylüyorum.” dedi Coulson.
   O, kurtboğana tekrar döndüğünde Barlas ansızın kederlendi. Ne demekti bu, yoksa teklifi kabul etmesini beklediğinden dolayı mı dostundan ayrılmıştı... “Dostunuzdan benim için mi ayrıldınız?” diye sordu düşüncesini dillendirip.
   “Dost dediğinden ayrı kalabilir misin hiç; nefesinde, düşüncelerinde yaşar. Ama duymak istediğin buysa...” dedi iğneleyerek, “Evet, senin için ayrıldım.”
   Barlas Coulson’un durduk yere onu iğnelemesine karşı ne tepki göstereceğini bilemedi, “Neden duymak istediğim bu olsun ki?” dedi çekinerek.
   “Bilmem, özelsin ya. Birkaç gündür tek başına dolaştığını farkettik…”
   “Ortada hiç de böyle bir durum yok.” diye savunmaya geçti Barlas, “Yanlış yorumlamış olmalısınız. Ben dostum dediğim insandan hiç beklemediğim, hiç ihtimal vermediğim sözler duydum.” Coulson bir adım gerileyip gözünü bir kez daha parlattı, kurtboğanın etrafını şeffaf bir fanus sardı. “Belki de yaşamamın daha kötü olabileceğini söyledi...” diye sonlandırıp sustu, gözleri dolmuştu.
   Coulson işini bitirmiş olacak ki kurtboğanın yanından ayrılıp elini Barlas'ın omzuna attı. Sirius Ormanı'na giden o kayalıkların başına kadar yürüdüler. Barlas, Coulson’un eliyle işaret ettiği kayalardan birine oturduğunda konuşma sırası Coulson'daydı,
   “Ağır konuşmuş ancak yaşanılanların da ağır olduğunu söylebiliriz. Hem dost dediğin biriyse emin ol o an, o sözleri söylediği an, canını gerçekten yakan bir şeyler vardır; yoksa hangi koşulda olursa olsun böyle cümleler sarfetmezdi.”
   “Alnındaki çizik.” diye fikir yürüttü Barlas.
   “Evet, öyleymiş. Nedir o?” dedi Coulson konunun değiştiğini sanıp.
   “Toprak Ana'nın işareti, siz de oradaydınız. Yarıklar açıldığında, bir şeyler fırlayıp Kıvanç'ın alnına çizik atmış.”
   “Toprak Ana'nın işareti mi?” dedi Coulson şaşkınlıkla, “İyi ama niye?”
   Barlas Kalgay'la konuştuklarını anlatmaktan emin değildi. Sanırsa Kalgay da bundan kimseye bahsetmemişti. Penthea, Othena, Kihirus'dan sonra bir de toprağın korumasından bahsetmenin mantığı yoktu zaten. Bu şekilde mutluydu, karşısında duran insan güvenilebilecek biri olsa da bundan bahsetmeyecekti, “Hiçbir fikrim yok.” dedi geçiştirerek.
   “Öyle mi?” dedi Coulson zekice gülümseyip, “Fikirsizliğin bakışlarını bilirim genç adam, sen de o bakıştan eser yok.” Barlas şaşırdı, bu da ne tuhaf bir bilme şekliydi böyle? “Ama belli ki aklın karışık ve bir süre sadece tek başına düşünmek istiyorsun. İyi madem, öyle olsun.” Barlas bir şey diyemedi, ne deseydi ki zaten. “Bak, gördün mü işte dediğim gibi.”
   “Efendim?” dedi Barlas anlamayarak.
   “Arkadaşın, bunları söylerken acı içindeymiş… Bak Barlas, her ne söylemiş olursa olsun o senin gerçek arkadaşın. Bundan öncesinde ve sonrasında hep yanında durdu, yanında soludu. Gidip onunla gerçekten konuş, bu durum kafanı fazla kurcalamasın. Belki de alnını çizen o acıya karşı, sebebinin sen olduğunu düşünmüştür. Unutma, sen o taşta uyukluyor olmasaydın damgalanmayacaktı.”
   “İyi ama şimdi bu benim suçum mu?” diye hafifren kızdı Barlas, “Kader bu, kaderimden dolayı suçlu olamam ya!”
   “Haklısın, ama şunu da unutma ki kader dediğin şey yaşanılması için var olan bir şey değildir; kader, iradenin ve koşul ortamının getirisiyle harmanlanır. Koşulların ve iraden bütünlük kazanıp çift çatallı bir yola vardığında, hangi yola gideceğinin seçimidir kader. Koşullar ve irade genç adam, gerisi teferruat. Belki koşulların seni özel olmaya zorladı, belki de iraden bunca şey arasında ellerinden kayıp gitti; ama sakın, o taşta yatmış olduğunun nedenini kadere bağlama. Yoksa kaderi lekelersin.” Barlas bunu anlamlandırmak için zorlasa da pek başaramıyordu. Ne zaman tutarsa diye, bu denli güçlü bir büyü yapan kaçığa karşı ne yapabilirdi ki? Ok yaydan fırladığında isabet edeceği yer gayet tabii belli değil miydi? Olması gerekiyordu ki olmuştu, yani en azından böyle düşünmek zihni daha da rahat bırakıyordu. “Gözler var genç adam...” dedi Coulson tok bir sesle, işte şimdi yaşlı bir adamdı; görmüş, geçirmiş ve ondan kat kat daha olgun bir adam, “Diyar'da gözler var... Öyle gözler var ki bu diyarda; kaderin uçsuz bucaksız feleğine teğet geçebilen, koşulları ve iradeyi kukla gibi oynatabilen… Ama bahsi geçen o feleğin içine kimseler giremez, öyle ya teğet geçenlerse delirip hayatlarını yitirirler. Senden iradeni alırlar, sana koşul sağlarlar ama kaderini değiştiremezler.”
   “İyi ama kaderin, irade ve koşulların harmanlanmasıyla meydana geldiğini söylüyorsunuz, çelişki değil mi bu?”
   “Anlatamam genç adam, ne demek istediğimi anlatamam. Bana bakınca yaşlı bir adam görürsün, yorgun, genç, hareketli, şımarık ya da maceracı; ama ilah göremezsin, işte tam da bu yüzden aklım ermez dillendirmeye, bu yüzden bilirim, hissederim ama anlatamam.”
   “Belki de her şey harmanlamakta bitiyordur.” dedi Barlas keşfe çıkmış gibi, “Bahsettiğiniz gözler iradeyi ve koşulları esir alabilirler ancak harmanlayamazlar belki de, çünkü biz değiller.”
   Barlas aferin beklerken Coulson’un alaycı kahkahaları yükseldi. Doğrusu bu sinirine dokunmuştu. “İlah olmaya çalışma genç adam. Daha şimdiden delirmen kimsenin işine gelmez, deli olansa ilah olamaz. Yani ilahlık bizi çok aşıyor, hem de çok...” Doğrudan insanları hedef alıyordu bu cümle, buna kesinlikle emindi. Dakikalardır asıl konuşmadan ne kadar çok uzaklaşmışlardı...
   “Yolculuk.” dedi Barlas konuyu kapatarak, “Mademki teklifiniz hâlâ geçerli, köyleri ziyaret etmeye hazırız.”
   “Kimle?” dedi Coulson merakla.
   “Tanıştırırım, bir arkadaş.”
   “Yasaklar kalkmamış olsaydı sadece senin gelmen için ısrarcı olurdum ama madem yasak yok, korkmaya da gerek yok.” dedi Coulson, yüzüne yayılan sempatik gülümseme Barlas'ı rahatlatıyordu.
   “Şey, ne kadar süre planlamıştınız bu ziyareti?” diye sordu Barlas.
   “Bilmem, plan yapmayı pek sevmem, anı yaşamak en güzelidir. Merkez Köy'de küçük bir evim var, yıllardır boş, ara sıra gidip kafa dinlerim, o evde kalabiliriz. Yani ne kadar istersen.”
   Barlas kalabilecekleri bir evin olmasına çok ama çok sevinmişti, doğrusu Saray’a bir daha dönmeyecekti ama bu yolculuk ziyaret adı altında başlasa daha iyi olurdu. “Peki o zaman, ben gidip arkadaşıma haber vereyim.” dedi, gözlerinin içi gülüyordu, “Sizinle konuşmak keyifti bayım.” diye tebessümle ekleyip uzaklaşmaya başladı. Yüzüne yayılıp ona büyük heyecan veren gülümsemesi, Kıvanç'ın birden önüne dikilmesiyle silinip kayboldu. Kıvanç bunu fark etmişti, “Ben senin düşmanın değilim Barlas.” dedi üzülerek. Uzun süre bakıştılar. Diğerleri dayanamayıp yanlarına toplanmıştı bile.
   “Madem değilsin, o cümleleri nasıl kurabildin?” diye sordu Barlas. Kıvanç sorgulayan bakışlara maruz kalmıştı; Barlas'ın, Evrim'in, Adelpha'nın, Rüzgâr'ın, Mathew'in ve hatta olaydan habersiz olsa da yanlarına gelip büyük bir uyum gücüyle Kıvanç'a aynı bakışı atabilen minik bir Bodur'un.
   “Canım yanıyordu...” dedi Kıvanç, ardından dökülmeye başladı, “Dostsuz kalmaktan, böylesine aptal bir durum yaşamaktan, seni ölü görmekten, çaresiz ve kimsesiz olmaktan... Sen, eski Barlas değildin ve olamayacaktın, işte tam da bundan canım yanıyordu Barlas.”
   “Ne diye beni farklı biri yapıp çıkardın? Ben Barlas'ım, öyle de kalacağım. Kimsenin bana inanmasına ihtiyacım yok, ben kendimi biliyorum, önemi yok!”
   “Değilsin.” dedi Kıvanç, hepsi ona ters bakışlar atınca bağırmaya başladı, “Anlamıyor musunuz! Mesele Barlas'ın değişmiş olması değil! Öfkelenmemin tek sebebi Barlas'ın yaşamak zorunda olduğu şeyler!”
   “Taş Saray'da öyle demiyordun ama.” dedi Adelpha, “Ben söylediklerini, Barlas'ın kişiliğine saldırı olarak algılamıştım açıkçası.”
   “Senin neyi algıladığın umurumda değil!” dedi Kıvanç öfkeli nefesini Adelpha'da gezdirerek. Barlas Kıvanç'ın Adelpha'ya karşı bu sert tutumunu hâlâ anlayabilmiş değildi.
   “Öyleyse bizim de aynı fikirde olduğumuzu duymak istersin.” dedi Evrim, Mathew ve Rüzgâr da onayladı. Kıvanç yeni bir öfke patlaması yaşayacaktı ki susup kaldı, pes etmişti, gözlerinden yaşlar süzüldü, titremeye başladı.
   “Kıvanç? İyi misin?” dedi Barlas şaşırarak, “N’oluyor?”
   “Üzerime geliyorlar.” dedi Kıvanç, nefesini zar zor toplamıştı, “Yardım et, dayanamıyorum ben.” Barlas tüm alınganlığından ve öfkesinden sıyrılmıştı, karşısında duran kişi yıllar önce mahallede kavga edip yenilen ve ağlayarak yanına gelen, annesiz babasız olduğu yüzüne vurulup soluğu onun yanında alan kişiydi... Simitini bölüştüğü, ayranını beraber içtiği o çocuktu. Dostuydu... Kıvanç Yılmaz'dı... Kelimelere yer kalmamıştı artık, hisler ve yaşanmışlıklar çoktan esir almıştı duygularını. Her şeyi o anda unutup Kıvanç'a sımsıkı sarıldı. Kıvanç gülmek ve ağlamak arasındaki minnet dolu kararsızlığında, “Seviyorum oğlum seni.” diye tekrarlayıp durdu. “Zamana bırakmayalım Barlas, zaman çok nankör...” Evrim, Adelpha, Rüzgâr ve Mathew sevinçle yanlarına gelirken;
   Barlas, minik Bodur’un alkışları eşliğinde yüzünde bir tebessümle Kıvanç'ın söylediğine daldı. Zaman... Nedense sürekli zamanın bir noktasında düşüp kalıyor ve gözleri kapalı geçirdiği onca andan mahrum kalıyordu. Mahrum kalınan o zaman içindeyse ondan bağımsız, onsuz geçirilen şeyler oluyordu; bu gerçekten kırıcıydı ancak alınılması gerekenin ne olduğunu ya da kim olduğunu çözemiyordu, “Madem öyle, size ilk yolculuktan bahsedeyim.” dedi muzipçe.
   “Ne yolculuğu?” dedi Mathew heyecanlanmış gibi.
   “Saray'dan ayrılıyorum...”
   “Yani, ayrılıyoruz.” dedi Adelpha, güldüler.
 
***
   “Bana sorarsan gelmeyecek.”
   “Sana soran olmadı zaten Artkil, ne çene var sende de!”
   “İyi ama hâlâ gelmedi ki gerçekten de!”
   “Artkil!”
   “Tamam, sustum.” Alp kapıdan gözünü alıp, dünden bu yana uyanmayan kardeşine kederle baktı, uykusu hiç bu kadar uzun sürmezdi. Beş dakikada bir nefesini kontrol etse de içini tarifi imkansız bir sıkıntı dolduruyordu. Artık o da aynı fikirdeydi, Emre'yi Saray'dan çıkartmalıydı. Bu gece Barlas gelmese bile, kendi gidecekti. Hazır hazırlanmışken, ortalık sakinken çok rahat gidebilirdi. “Alp? İznin olursa bir şey söylemek istiyorum.”
   “Söyle.”
   “Barlas nerede ve sen hâlâ neyi bekliyorsun?”
   “İki şey söyledin Artkil! Neyse, haydi bakalım atla çantaya, gidiyoruz.”
   “Ne?”
   “Duydun ya işte gidiyoruz.”
   “Aklını mı kaçırdın! Gecenin bir vakti tek başına nereye gideceksin?”
   “Tek başıma değilim ki, sen varsın, Emre var.”
   “Aman ne işe yarar bir ikili!”
   “Gözlerim var Artkil, emin ol onlar yeterince işe yarar bir ikili!”
   Sonunda kapı çaldı. Alp gelenin Barlas olmama ihtimaline karşı kapının yanına kadar gelip bir süre dinlemeye çalıştı. Dışarıda en az beş kişi vardı! Kimdi ki bunlar? En iyisi ses vermemekti, uyumuştu… “Alp!” diye bir ses geldi, “Benim Barlas, seni almaya geldim.” Alp ne diyeceğini şaşırdı, yalnız başına olması gerekmiyor muydu? “Diğerleri benim arkadaşım. Daha önce ikisiyle tanışmışsın zaten, Kıvanç'ı da biliyorsun. Merak etme her şeyden haberdarlar, gizlemene gerek yok.” Alp bir an için sinirlendi, ona sormadan nasıl olur da bunu yapardı! Ses çıkarmadan Emre'yi doladığı kundağı alıp kucağına yerleştirdi, eğilip sırt çantasının ağzını yatağa dayadı, Artkil çantanın içine girdiğinde gözleri parladı, kapı açıldı. Onu o halde görünce şaşıran arkadaşlara gülümsedi, “Merhabalar.” dedi dışarı çıkarak.
   “Gerçekten kardeşin mi?” dedi Evrim, Adelpha'yla beraber çoktan Emre'nin başına üşüşmüşlerdi, “Sevebilir miyiz?” Alp, Evrim'in uzattığı kollara bebeği bırakmakta tereddüt yaşasa da Barlas'la göz göze gelince güven duyup verdi.
   “Kimse görmedi ya?” dedi Barlas'ın yanına gelerek.
   “Sorun yok, Coulson girişte bizi bekliyor.” dedi Kıvanç.
   “İyi de saray girişleri kapalı değil mi bu saatte?” dedi Alp.
   “Koca bir sırt çantası var, içinde muhakkak işe yarar şeyler vardır.” dedi Rüzgâr, “Bu arada tanışmış olalım, Rüzgâr ben.”
   “Ben de Mathew.” Alp ikisiyle tokalaştıktan sonra Evrim'e döndü.
   “Merak etme, yemeyiz kardeşini.” dedi Evrim gülerek.
   “Benden başkası kucaklamamıştı, biraz garip hissettim.” dedi Alp gülümseyip.
   Giriş katındaki dev kapıların önüne vardıklarında Coulson çıt çıkarmadan işe koyulmuş, Rüzgâr'ın bahsettiği dev çantasından çıkardığı tuhaf dallarla ve gözleriyle geçebilecekleri bir kapı oluşturmuştu. Kapı onlar çıkar çıkmaz silinip ortadan kaybolurken, hepsinin içini Gizem Diyarı'nın serin rüzgârları doldurdu. Alp, çantasına sakladığı battaniyeyi alırken Artkil unutulduğu ve neredeyse kolu kırılacak olduğu için söylenmişti, diğerlerinin Aynlar’ının bulunduğu sırt çantasına konduğu için mutluluktan havalara uçmuştu. Yedi Ayn'ın bulunduğu sırt çantasını taşımak Kıvanç'a düşmüştü ve bu durumdan oldukça memnunsuz görünüyordu. Alaycı Köprü'nün başına geldiklerinde Coulson ilk kez konuştu,
   “Evet değerli yol arkadaşlarım, yolculuğumuzun en önemli detayını geride bıraktık. Ben Kadim Büyüler Profesörü'nüz Coulson Mathias, sizlere bu yolculukta oldukça keyifli bir rehber ve yol arkadaşı olacağıma inanıyorum.” Gülüştüler. “Barlas arkadaşımızın ısrarı üzerine gecenin bir vakti yollara düştük, bakalım gece bizi nerelere götürecek.” diye devam etti Coulson, sesinde uyumadıkları için küçük çocukları korkutmaya çalışan bir tını vardı. Hatta çoğu az da olsa o korkuyu hissetmişti.
   Coulson önlerine düşüp diğerleri onun arkasından devam ederken. Alp ve Barlas en arkada kalmışlardı, “Bana sormalıydın.” dedi Alp kızarak.
   “Ne önemi var ki artık.” dedi Barlas öndeki coşkulu ekibi göstererek.
   “Olsun yine de-” Ansızın yanı başlarındaki ağaçtan bir şeyler fırladı. İkisi birden korkuyla eğildi. Ardından doğruldular. Öndekilere bakılırsa fırlayan şeyi sadece Barlas ve Alp hissetmişti, “O neydi?” dedi Alp korkarak. Barlas görebildiği tüm ağaçlara göz gezdirip dikkatle bakındı, sonunda bir ağacın yaprakları arasına gizlenmiş kanatları gördü. “Hadi yürü, köprüye varmadan onlara yetişelim.” dedi Alp.
   “Keramun.” diye daldı Barlas, “ O burada…”
   Alp hızla etrafı kolaçan edip deli gözlerle arandı, “Hani nerede?”
   “Boşver, onu gördüğümü anlamasın. Yakındaki ağaçlardan birinde yaprakların arkasına gizlenmiş.”
   “Koskoca adam nasıl-”
   “Adam olarak değil tabii ki!”
   “Ha, pardon kartaldı dimi?” Yürümeye sürdürdüler.
   “Beni izliyor.” dedi Barlas gözlerini önünden ayırmayarak.
   “Ne var bunda, Tedan'ın değil miydi o senin, izleyecek tabii.”
   “İyi ama üç hafta önce ölmekten bahsediyordu, ölmemişler mi yani?”
   “Niye ölsünler yahu!” dedi Alp tuhaf tuhaf bakarak.
   “Bir şekilde Şeytani Kovuklar'ı bastırmış olmalılar, yoksa buralara gelip rahatça beni izleyemezdi, iyi ama nasıl?”
   “Damga.” dedi Alp fikir yürüterek, “Ben olsam Ölüm Damgası vurmuş olduğun gerçeğini kullanırdım, ne de olsa damgayı vuran bir Othena'dan illaki korkarlar.”
   “Benden niye korksunlar ki?”
   “Ola ki yerine birini geçirirler de, bir gün gidip hesap sorarsın diye.”
   “İyi ama gitmeyeceğim ki.”
   “Belli olmaz Barlas, burada hiçbir şeyin garantisi yok, yaşayıp göreceğiz.” Deli dolu bir eğitmen, arkasında biri çok özel yedi İnsan, bir bebek ve yedi Ayn'la yol alıyor... Onların daha da arkasında sadık hizmetkarlar; Domovoina ve kapkara bir kartal... Alaycı Köprü'ye atılan adımlar, köye giden geniş yollar... Kalgay pencereden gördüğü bu manzara karşısında gülümsemekten başka yapabilecek bir şey bulamıyordu… İlk yolculuk kapıya kadar dayanmış ve özel mi özel olan, Diyar'a adımlarını atmaya başlamıştı... İçini çekerek pencereden uzaklaştı… Gece epey ilerledi, ekip hâlâ köprüdeydi.  “Pekâlâ, aslında köprünün bu kadar uzun olmadığı konusunda hemfikiriz dimi?”
   “Ne bekliyorsun ki?” dedi Mathew, Alp'e döndü, “Alaycı Köprü işte!”
   Alp, sonunu göremediği köprüye dönüp bir kez daha baktı, “Evrim.” dedi bunalarak. Evrim kucağında bebekle yanına yaklaştı, “Emre'yi bana ver istersen, Köprü'nün sürprizleri nereye varacak bilmiyoruz.”
   “Adımlarımızın Köprü’de olduğu ve dakikalardır yürüdüğümüz gerçeğini göz önüne aldığımızda, Köprü bir şey daha yapmaz.” dedi Coulson tereddütle.
   “Alaycı Köprü'nün geceleri uyuduğunu okumuştum?” dedi Rüzgâr. 
   “Evet, doğru olabilir.” dedi Coulson.
   “Doğru zaten, bizzat geçtim.” diye ekledi Alp.
   “Geceler sadece bizlere değil, diyardaki her varlığa yasaktı çocuklar. Alaycı Köprü gece yapacak bir şey olmadığı için uyukluyordur o sıra ama şimdi yasaklar kalktı, uykuyu unutup alayını sürdürdüğünü çok net görebiliyoruz. Umarım hevesini tez alır.” Evrim elindeki bebeği bırakmak istemiyordu, Alp'e dönüp yalvarır gibi baktı.
   “Ver sen ver, başına bir şey gelirse sorumluluk bana ait olur böylece” dedi Alp, Emre'yi kucağına alıp adımlarını hızlandırdı, o hızlanınca diğerleri de hızlandı.
   Köprü en az on kat uzamıştı, altlarında akan nehrin serin melteminde belki de saatlerce yol almak zorundaydılar. Barlas, Keramun'u gördüğünden bu yana, hiç mi hiç konuşmamıştı. Alaycı Köprü'nün uzadıkça uzaması üzerine yapılan şaşkın tartışmalara katılmamıştı da, bir ekiptiler ve ekipteki herhangi biri gibi davranmak çok daha fazla işine geliyordu. Gecenin bir vakti, arkasından bir avuç İnsan’ı sürükleyen o değildi sanki, Coulson dönüp ona her baktığında gözünü kaçırıyordu; Köprü'nün karşıya geçmesini istemediğinden şüphe etmeye başlamıştı, sonuçta onu krallara layık şekilde karşılayan Köprü, şimdi neden böyle yapsındı ki? Bir an için, Köprü'nün de ona karşı olumsuz düşünceler besleyebileceğini düşündü, ne de olsa gözlerinin görüp görmediği ne varsa ruha sahipti. Ne komikti ama! İnsanlar yetmiyormuş gibi! Zaten hemcinslerinin attıkları her adım, hissettikleri her duygu karmaşık düşüncelere neden olurken, bir de diğer varlıkları anlamaya çalışmak! ‘Bu diyarda ya deli olmak gerek ya da dahi!’ diye patladı kendine. Ardından aklına düşen bir cümleyle sarsıldığını hissetti, ‘... Beyaz Saray'ı ayakta tutan tek şey içindeki huzur, olur da biz gibileri Saray’ı terkederse, Saray huzursuzluk yaratacak insanların eline düşer. İşte asıl o zaman ihanet sahibi biz oluruz, burası hepimizin evi çünkü. Buna katlanmak zorundayız.” Kalgay'ın bu sözlerini yeni hatırlıyordu. Doğrusu Kalgay'ı bile yeni hatırlıyordu! Olağanca bıkkın geçirdiği o dört gün boyunca onu ne görmüş ne de duymuştu. Kendine kızdı, nasıl olur da unutabilirdi onu! “Hocam…” dedi seslenerek, Coulson ona dönerken Barlas yanına çoktan gelmişti. “Sizce daha ne kadar sürer?”
   “Dua edelim de kısa sürsün! Yaşlı odun ne olacak! Hayır yani anlamıyorum, sen yaşını başını almış bir köprüsün, ne diye bizle uğraşıyorsun!”
   “Dikkat edin, duymasın.” dedi Barlas gülüp.
   Coulson ciddiyetini koruyarak arkada yürüyen altı kişiye baktı, “Arkadaşların ışınlanmayı bilselerdi şimdiye köydeydik, hiç birinin sorumluluğu bana ait değil biliyorlar değil mi?” Barlas ne demeye çalıştığını anlamak için yüzüne bakıyordu. “Yani, demek istediğim, yasaklar kalktığından ötürü şu an kendi iradeleri dahilinde bizimleler. Daha da doğrusu kendi kendilerini koruyor olabilmeleri gerekir, elbette ben rehberinizim ve elimden geleni yaparım ama düşünsene şeytani bir Erbos'un gelip canımı aldığını?” Barlas ansızın korkuya kapıldı, yüzü beyazlaşmaya başladığında Coulson kahkaha patlattı. Başkası olsa kızardı ama Coulson’un sempatik kahkahasına karşı bunu yapmak imkânsızdı. “Korkma genç adam!” diye güldü Coulson, “Ben ki daha emeklerken karanlığı başımdan defeden bir bebekmişim. Karşımıza çıkacak ilk karanlık hizmetkarı acınası bir ölüm bekliyor!”
   Coulson’un bu kendinden emin duruşu Barlas’a her zaman güven verecekti, “Köprü'yle konuşabilir miyiz?” dedi merakla.
   “Nasıl yani?” dedi Coulson.
   “Yani, belki ona yaptığı şeyden vazgeçmesini söyleyebiliriz?”
   “Anlaşılan gıcırdamaktan anlıyorsun.”
   “Ne?”
   “Köprü'yle konuşacakmışsın ya!” dedi Coulson yeni bir kahkaha atarken. Barlas gülümseyerek yanından ayrıldı. Ne de olsa Rüzgâr fırsatı yakaladığı an Coulson’un yanında bitip onunla sohbet ediyordu. Doğrusu gıcırdamaktan anlamak isterdi, yoksa daha ilk köprüde vazgeçmek zorunda kalacaklardı! Emin olduğu tek bir şey varsa o da geri dönmeye karar verdiklerinde yaklaşık bir saattir yürünen yolun iki adımlık olacağıydı! Gece ilerliyordu, nehrin sesi bile tekrar eden bir plak oluvermişti. Alaycı Köprü nasıl yapıyordu bunu? Onları yaşanan herhangi bir zaman içinde döngüye mi tutsak ediyordu yoksa her seferinde başladıkları noktaya mı getiriyordu? Eğer ikinci ihtimalse, böylece yürümeye devam ederlerken güneşin doğuşuyla şaşırıp kalabilirlerdi...    “Pekâlâ! Durun!” dedi Coulson, yürümekten kalbi sıkışmış olacak ki elini kalbine götürdü. Yanına vardıklarında doğruldu. “İyiyim iyiyim, sadece yirmi yıl kadardır bu kadar yürüdüğümü hatırlamıyorum! Emin olun sizi bulunduğunuz yerden alıp götüren gözleriniz varsa hayat çok daha çekilesi oluyor!”
   Barlas’ın içi iyice sıkılmıştı. Diğerlerine dönüp geri gidelim diyecekti ki iri cüsseli bir adamın onlara doğru geldiğini gördü. Kimdi bu! Yüzü karanlıktaydı, gölgesi tahta köprünün üstünde dalgalanıyordu. Elinde bir şey taşıyordu, fevri hareketlerinden endişeli olduğu belliydi, Saray’a bir şey mi götürüyordu ki? Adam yaklaştıkça yaklaştı, köprünün uzun mu uzun yolunu öyle hızlı aşıyordu ki onları ezip geçecek hissine kapıldı. Elindeki şeye ve arkasına bakmaktan, onları görmediği ortadaydı. Birinden mi kaçıyordu yoksa?..  Adam aralarındaki mesafe epey azalmışken durdu. Elindeki şeyi giderek güçlenmeye başlayan ay ışığına doğrulttu, bir bebekti bu! Bebeği köprünün korkulukları üstünden geçirip, boşluğa taşıdı. Bebeği nehre atacaktı! Barlas koştu, öyle büyük adımlar atıyordu ki köprü sarsılmaya başladı. Arkasından gelen bağrışmaları duymadı, Adam’ın yanına vardığında Adam bebeği bıraktı, Barlas tam da yanı başından düşüp nehrin derin sularına karışan bebeğe deli gözlerle baktı, ağzından çıkan haykırışlar gecenin karanlığında yankılandı. Öfkeyle Adam’a döndü, Adam’ın siyah gözleriyle karşı karşıya geldiğinde, Adam rüzgâra karışıp kayboldu. Kurtarmalıydı! Bebeği kurtarmalıydı! O gece kurtaramamıştı ama bu sefer kurtaracaktı!.. Nidalar eşliğinde köprüden atladığında çığlıklar yükseldi. Alaycı Köprü, bir uçtan bir ucu tutunduğu toprağı bıraktığında, hepsi birden nehre doğru düşmeye başladı. Coulson’un dikkat çağrıları duyulduğunda, Köprü'nün tahta korkuluklarına sımsıkı tutundular. Köprü iki el misali, iki yandan birleşip Barlas'ı havada kaptı. Diğerleri havaya fırlayıp şiddetlenen rüzgârlarda yön değiştirdi. Etrafa tahtalar saçıldı, her bir tahta, ip misali uzayıp fırlayan bedenleri sardı. Neredeyse her birinin çığlık atmaktan sesleri kısılmıştı, bebek ağlaması duyulduğunda Alp'in haykırışları geceyi yarıp geçmişti. Köprü hızla bıraktığı toprağa tutunup tahtalar zemin için yer bulurken, sarılan bedenler yavaşça öteki uca bırakıldı. Tahtalar görevlerini yerine getirir getirmez ayrılıp, köprüdeki yerlerini aldı. Evet, şimdi hepsi karşıdaydılar...
   Aynlar çığlık çığlığa etraflarında dönüyordu. Diğerleri yaşadıkları büyük şokun etkisinde yere kapanıp titremeye başlamışken, Alp onun hemen ötesine bırakılan bebeği kucağına alıp sakinleştirmeye çalıştı. Emre'nin sesi öyle güçlüydü ki, etrafta kim varsa duymuş olmalıydı. Alp, uzun zaman sonra böylesine iştahla ağlayan kardeşine nasıl davranması gerektiğini şaşırmıştı, az daha ağlasa boğazı patlayacaktı! “Yardım edin!” dedi çaresizce bağırarak. Yaşadıkları şoku o anda unutup hepsi birden bebeğin başında toplandı. Barlas dizlerine kapanmış halde, olanlara karşı ilgisiz duruyordu. “Hocam!” dedi Alp yırtınarak, “Bir şey yapın! N’olur!” Coulson kalbini tutmayı bırakıp sıklaşan nefesini dizginlemeye çalıştı, elleri titreyerek onlarla birlikte yere bırakılan çantaların içinden kendi çantasını bulup hızla karıştırdı. Çantadan bir kese çıkarıp, kesenin içindeki beyaz tozu avucuna döktü; bir şeyler mırıldandı, birkaç kere şaşırmış olacak ki aynı şeyleri tekrarlayıp durdu. Ardından tozları bebeğin üzerine fırlattı, gözleri parladı, tozlar havada renklenip Emre'nin minik bedeninde gezinmeye başladı. Ansızın bebek sustu; boncuk, sulu gözlerle etrafı seyredaldı. Onun suskunluğu olan biteni daha sakin kılmıştı. Derin bir oh çekip bebeğin başından ayrıldıklarında bebekten ses geldi, dönüp şaşkınca baktılar, bebeğin bezinden oluk oluk dışkı akıyordu. Evrim'in içi kalkarken Alp kahkaha attı, “Yaptı!” diye bağırdı Barlas'ın yanına gelerek, “Sonunda altına yaptı!”
   Barlas tepkisizliğini sürdürünce Alp kahkaha atmayı kesip suratına okkalı bir tokat geçirdi. Barlas az önceki olaydan daha fazla şok geçirmişti, suratına inen darbeye karşı gözleri büyümüş halde, Alp'e şaşkınlıkla bakıyordu. Diğerleri de aynı ifadeyi takınmıştı, “N’apıyorsun ya!” dedi kızarak. Ayaklandı, elini havaya kaldırdığında diğerleri yetişemeden yumruğu indirdi.
   Alp çenesine inen yumrukla yere kapaklandı. Gülerek yeniden ayağa kalktı, “Keşke ben de yumruk atsaydım!” dedi pişman gibi. Barlas'ın gözlerine uzunca bakıp, bebeğin yanına döndü, “Biri arkadaşına etrafındakileri kolayca riske atamayacağı gerçeğini söylese iyi olur! Saçma sapan hareketlerle köprünün başına gidip aptal aptal bağırıp nehre atlayan, bizi köprünün soytarısı yapan, sonra da oturup ağzını açmayan benim sanki! Yüce kutsal İnsan! Hepimizi karanlıktan koruyabildiğine şüphem yok!” Emre'nin yüzündeki korkmuş ifadeyi görünce gülümsedi, Emre güldüğünde onu kucağına aldı. Arkasına dönüp Barlas'a bir kez daha baktı, “Ona bir şey olsaydı canına okurdum.” dedi öfkeyle.
   “Gece yeni başlamış...” dedi Rüzgâr araya girip, eliyle Ay’ı işaret etti, “Gördüğünüz gibi Saray’dan çıktığımız anki gibi parlak; Ay’ın Evreleri cildinde birkaç şey okumuştum… Bu zamanın geçmediği anlamına gelir.”
   “Nasıl yani?” dedi Mathew korkar gibi, “Zaman durdu mu?”
   “Hayır.” dedi Coulson Rüzgâr'a hayran gibi bakarak, “Alaycı Köprü bizi yinelenen zamana sıkıştırmış, yani aslında Saray’dan sadece beş dakika önce ayrıldık, farkımızsa yeterince yorgun olmak! Şimdi bırakalım da konuşması gereken konuşsun, herkesin merak ettiğine eminim.”
   Barlas bir kez daha bakışları karşıladı, Alp'e attığı yumruk için pişmandı, olanlar için her zamanki gibi meraktaydı ve Köprü'ye kızgındı. “Adamı görmediniz?” dedi delirmiş gibi gülerek, “Ne bekliyordum ki! Gören benim! Hisseden benim! Yaşayan benim! Ha tabii bir de, tokat yiyen de benim!” Alp hiç oralı değildi, anlaşılan pişman olmamıştı.
   “Hangi adam?” dedi Kıvanç, bu sefer Barlas'a inanıyordu.
   “İri cüsseli, bebek taşıyan bir adamdı. Bebeği nehre atınca dayanamadım.”
   Hepsi ‘daha neler’ dermiş gibi birbirlerine baktı. “Tabii, o sıra başka bebekleri unuttun sanırım.” dedi Alp iğneleyerek.
   “Kusura bakma da, ben atlayınca Köprü'nün bunları yapacağını nereden bilebilirdim acaba?” diye savunmaya geçti Barlas.
   “Bilebilirdin Barlas, anlamıyor musun, her şey tarafından korunmaya mahkûm sun sen! Attığın her adımda, geçtiğin her yolda Diyar, başkalarının varlığını unutup sana odaklanıyor. Ne yani, Toprak Ana bırakacaktı da, senin Nehir’de boğulmanı mı izleyecekti! Tuhafsın Barlas, daha doğrusu çevrende olup bitenler çok tuhaf!”
   “Barlas atlamasa karşıya geçemeyecektik ama.” dedi Mathew.
   “Bakın çocuklar...” diye iç çekti Coulson, “Ben bu atraksiyonları kaldıramam, bundan sonra yaptığımız şeylere dikkat edelim. Umarım Köy’e varmadan önce başka çılgınlıklar yaşamayız.”
   Doğruldular, Kıvanç çantasını yere bırakıp Aynlar’ın girmesini bekledi. Aynlar girdiğinde çantayı omzuna takıp Barlas'ın yanına yürüdü, “İyisin ya?” diye sordu.
   “İyiyim Kıvanç, sadece sıkılmaya başladım. Her şey olup bitiyor ama hesap veren yok! Hesaplarını ben keseceğim; ağır olacak, herkes ve her şey için!..”
 
   Yorulmuşlardı, nehrin kıyısına yakın, dev ağaçların arasında ağır adımlarla bir saat kadar yürüdüler. Alp az önce altını değiştirdiği kardeşinin iri gözlerine bakıp güldü, bunca zaman uyuduğundan olsa gerek, uykuya dair hiçbir belirti yoktu. İster istemez, 'Bu seferde uzun süre uyumazsa bak sen işe.' diye düşündü, her şeye dayanabilirdi ama uykusuzluğa gelemezdi. Neyse ki henüz uykusu gelmemişti ve Emre'nin olup bitene karşı verdiği komik tepkiler onu mutlu ediyordu. Coulson durup büyük çantasını yere bırakırken diğerleri de durdu,
   “Niye durduk?” dedi Barlas merakla.
   “Öldürmeye niyetiniz var herhalde!” diye güldü Coulson, “Biraz da olsa dinlenelim, Köy’e geldik bile.” Eliyle önlerini büsbütün kapayan çalılığı gösterdi, “Şu çalılığın arkasında geniş yollar var, yolun öbür tarafında da Merkez Köy. En fazla on beş dakikalık mesafe.” Rahatlamışlardı, hepsi birden sırtlarında giderek ağırlaşmaya başlayan çantaları yere koyup yanına çöktü.
   “Tuhaf değil mi?” diye sordu Kıvanç bir zaman sonra.
   “Nedir tuhaf olan?” dedi Coulson.
   “Önümüze kimse çıkmadı, diyarın öbür tarafında dolaşacak değiller ya, üstelik bu tarafta da en güvenli bölge bu kısım, neredeler?”
   “Doğrusu buna ben de şaşkınım.” dedi Coulson, ardından gözleriyle Barlas'ı işaret etti, “İçimden bir ses onun işi olduğunu söylüyor.”
   Barlas, Alp'in Emre'yle oynaşmasına dalmışken üzerinde gezen bakışları hissedip döndü, “Neymiş o işim?” dedi dinlediğini göstererek.
   “Alp haksız olabilir.” dedi Rüzgâr, Coulson’un ne demek istediğini anlayarak.
   Öyle söylenince Alp döndü bu sefer, “Neymiş haksız olduğum konu?” dedi, anlaşılan onun da kulağı konuşmalardaydı.
   “Gözlerin ağrıyor mu?” diye sordu Coulson Barlas’a.
   Barlas bir an durup şaşırdı, bir saattir gözlerinde var olan ağrının herhangi bir ağrı olduğunu sanmıştı, “Evet?” dedi merakla.
   “Yerinde olsam gözlerim kan çanağına dönmüştü genç adam, yaklaşık bir saattir hepimizi birden koruman altında tutuyorsun.” Kalktı, dönüp Ay’a baktı, içini çekip açıkladı, “Her birimizi zamandan ve mekandan soyutlayan, ender bir büyü olmalı. Ay hâlâ daha aynı parlaklıkta.. Köprü'den sonrası için zaman hiç geçmedi, yer değiştirdik ancak olup biteni görmüyor, duymuyor, hissetmiyoruz; aynı şekilde çevremiz de bizi. Dışarıdan izleyen birileri varsa, eminim hâlâ daha Köprü'de yürüdüğümüzü görüyordur. Az sonra Barlas yapmakta olduğu büyüye son verdiğinde, Köprü'den buraya sıçramış gibi olacağız.”
   “Işınlanmış gibi mi yani?” dedi Mathew.
   “Evet, öyle de denebilir.”
   “İyi ama yapmakta olduğumun bile farkında değilken, bu büyüye nasıl son verebilirim ki?” dedi Barlas.
   Coulson diğerlerinin arasından dolanıp yanına geldi, deli gözlerle Barlas'ı incelemeye başlamıştı, “Nesin sen?” dedi şaşkın bir ifadeyle, Barlas ayağa kalktı, korkmuş gibiydi ancak anlamamıştı. “Şu an on beş ruha hükmettiğinin farkında değil misin yani! Gözlerinin cayır cayır yanması gerekirdi!”
   “İyi ama yanmıyor. Bu kötü bir şey mi?” diye yutkundu Barlas.
   “Felaket genç adam!” dedi Coulson, “Bu bir felaket!”
   “Neyin felaketi?” derken iyice korkmuştu Barlas.
   “Ruhunun, bedeninin ve gözlerinin felaketi... Belki de attığın her adımın, yaşayan her varlığın, onun da ötesinde Toprak Ana'nın felaketi! Yüce atalar adına, daha kaç kişiyi birden esir alabilirsin kim bilir?”
   “Ben kimseyi esir almıyorum!” diye bağırdı Barlas, sinirlenmişti.
   “Alıyorsun.” dedi Coulson, ses tonundaki keder Barlas'ın öfkesini yumuşattı, “Alıyorsun ve bunu yaparken gözlerine yabancı kalıyorsun. Evet, belki korumak için alıyorsun ama bu başka şeyler için alamayacağın anlamına gelmez. Öğrenmen gerekirdi, Saray'ı terk etmeden önce iradenin getirilerini ve kontrolü öğrenmen gerekirdi.”
   “Öğrenemezdi.” dedi Alp, Barlas'ı savunarak, “Yani yeterince; onun iradesi, onun ruhu, onun gözleri Saray'ın sınırlarının çok daha ötesinde.”
   “İyi ama daha mum bile yakamıyorum!” dedi Barlas kabullenmeyerek.
   “İşte asıl meselede bu ya, kontrol denen bir şey yok sende.” dedi Coulson.
   “Mum yakamıyorsun ama Hakikat Mağarası'na Ölüm Damgası vurdun.” diye devam etti Alp, “Aşırı kontrolsüzlük! Hoca haklı, başka deyişle bu bir felaket.”
   “İyi, nasıl kontrol edebilirim?” dedi Barlas, böylesi durumlara alışmıştı artık.
   “Madem Saray'ın sana bir faydası olmayacak, sürekli deneyerek kendi kendini pişirmelisin.” dedi Coulson, “Şimdi yaptığın şeye gelirsek, senden gözlerini kapamanı ve düşüncelerinde neyi elinde tuttuğunu hissetmeni istiyorum. O hissi yakalarsan, bırakması kolay olur zaten.”
   “Tamam, bana biraz zaman verin; zaten zamanın geçtiği yokmuş...”
   Geçmeyen zaman içinde uyuklamaya başladıklarında Barlas onlardan epey uzakta, dev bir ağacın altında sürekli deneme yapıyordu. Coulson’un gözleri kapanıp kafası düşmüştü ki bağırarak yanlarına koştu, “Başardım!” dedi heyecanla, Coulson yerinde hoplayınca bir köşede baş başa konuşan Evrim ve Kıvanç gülüştü. Alp bebekten gözünü alıp döndü, Adelpha, Rüzgâr ve Mathew Barlas'ın yanına yürüdü. Aynlar yarış yapıp koştu. “O hissi yakaladım.”
   “Öyleyse şimdi sal da yolumuza devam edelim…” dedi Coulson, “Herkes toplansın, neyle karşılaşacağımızı bilemeyiz.” Barlas yüzlerine bakıp heyecanla gözünü kapadı. Gözleri açıldığında göz bebekleri parladı. Parlaklık dalgalar oluşturup etraflarına yayılırken ürktüler, Barlas dalgalar arttıkça gözlerinin rahata kavuştuğunu hissediyordu. Parlaklık sona erdiğinde etraflarını bir yığın ses doldurdu. Neyse ki yanlarında bitiveren şeylerle karşılaşmamışlardı; uzaklarda iki ya da üç kişinin gülüşmeleri duyuluyordu, ötede iki adamın kavga sesi… Gitmeleri gereken yolda, kalabalığa nal sesleri eşlik ediyordu. Diplerinden devasa bir kuş geçti. Arkalarında bıraktıkları dev ağaçlar hareketlendi. Ormanın iç tarafında, bir sarmaşığın hareketli gölgesi seçildi. Rüzgâr daha tatminkar esmeye başladı. “Biri arka yola baksa iyi olur.” dedi Coulson, “Gecenin bir vakti kim yollarda? İnsan’ın aklına kötü şeyler geliyor.”
   “Ne gibi?” dedi Kıvanç.
   “Biri kulağıma köylülerin Saray'a isyan etmeyi düşündüklerini fısıldamıştı.”
   “Neden ki?” dedi Evrim şaşırarak.
   “Yasaklar kalktığından dolayı uykular kısalıp günler uzadı, öyle olunca da köylü Saray'dan daha fazla hizmet bekliyor… Saray'sa bunu reddediyor.”
   “Neden?” dedi Mathew.
   “Çünkü ipini koparan Saray'a girip çıkmaya başladı, Saray kendi içinde bile zar zor hizmet etmeye başladığından, bu talep kabul edilmedi.”
   Alp önlerindeki çalılıktan dönüp yanlarına doğru yürüdü, “Birkaç atlı var, yanlarında da aileleri. Göç ediyor olmalılar.”
   “Diyar'da at mı varmış!” dedi Kıvanç şaşırarak, “Hiç beklemezdim.”
   “Hadi bakalım, yol alma zamanı.” dedi Coulson. Bize bulaşmasınlar da kim ne yapıyorsa yapsın.”
   “Bence şu ötedeki kavga giderek büyüyor, birbirlerine zarar vermeden şu adamları durdursak ya?” dedi Mathew.
   “Biz mi dedik kavga etsinler diye, bırakın da işimize bakalım.” dedi Coulson. Çalılığın dibine geldiklerinde çantasından simsiyah bir dal parçası çıkardı, dalı gözleri önüne tutup göz bebekleri ışıldadığında çalılığa sürtmeye başladı. Sürttüğü yerden simsiyah dikenler fırlıyordu, dikenlere karşı aniden hareketlenen çalılık, toprağa sabitlediği köklerini dışarı çıkararak kaçtı, gidip diğer çalılıkların yanına kendini dikti. Aşınan topraktan tarantuladan biraz daha büyük örümcekler fırladı, Evrim korkup Kıvanç'a sarılırken örümceklerden biri dönüp Coulson’un suratına baktı, yaklaşık bir dakika boyunca öttü, tiz sesi kulak tırmalıyordu; Coulson'a kızıyor olmalıydı. “Tamam yahu tamam!” diye yüzünü ekşitti Coulson, “Ne çene varmış sende de!” Örümcek susup diğer arkadaşlarının peşine giderken dönüp son kez ciyakladı. Önlerinde devasa bir örümcek ağı duruyordu. “Pekâlâ, artık gidebiliriz.” dedi Coulson, eliyle ağı bozarak. Kalabalığın bakışlarına yakalanmadan geniş yoldaki büyük kayaların ardına saklandılar. Yol boşaldığında rahatça yürümeye başladılar.
   Barlas bir kez daha Coulson’un yanına geldi, “Nereden anladınız? Yani, Saray'a dönmeyeceğimi? Bunu söylediğimi hatırlamıyorum?”
   “Yaşlı bir adamın farkındalığını fazla küçümsüyorsun.” dedi Coulson, “Umarım bu kararın getirisine karşı sorunları aşabilirsin.”
   “Arkadaşlarım var.” dedi Barlas güvenle, “Tek olmayayım da, önemli değil.”
   “Tabii bazı sorunları yalnız aşabilmen gerekecek, her zaman söylemişimdir; senin yalnızlığın, görülmemiş türden...”
   “Farkındayım.” dedi Barlas gözlerini önüne dikip yürümeye devam ederken. Kalgay'ın Toprak Ana'yla karşılaşırsa söylemesini istediği şeyler geldi aklına, sanırsa o bunu istemiyor olsaydı da zaten söyleyecekti; o hale, o duruma gelecek, o cümlelerin her birini hissederek dökecekti ağzından.
   Geniş yolun öteki tarafına geçmişlerdi. En önde Adelpha, Rüzgâr ve Mathew gidiyordu, “Millet, Köy orada!” diye sevinçle bağırdı Mathew. Arkadakiler hızla yanlarına geldi. Fazla yüksek olmayan bir tepenin başındaydılar, Merkez Köy olduğu gibi ayaklarının altındaydı. Küçük mü küçük tuğla evlerinin çoğu karanlıktı. İçlerinde minik pencerelerinden ışık yayılan birkaç ev vardı. Küçük tepeden aşağı indiklerinde önlerine boydan boya koyulmuş iri kayalar çıktı.
   “Bunlar nedir?” dedi Alp karanlıkta seçemediği kayalara bakarak.
   “Köy sınırları.” dedi Coulson, “Ufalanmayan özel kayalar bunlar, tüm köylerde sınırlar bu kayalarla çizilir.”
   “Sınır mı?” dedi Kıvanç korkarak. Ona döndüler.
   “Korkma Kıvanç, İnsanlar tarafından yapılmış bir sınır bu, Toprak Ana'nın çiziğiyle alakası yoktur?” dedi Barlas, Coulson'a bakarak.
   “Toprak Ana'nın sınırlarını nereye çizdiğini bilemem çocuklar.”
   “Öyleyse ben geri dönmek zorundayım.' dedi Kıvanç, Barlas'a özür diler gibi baktı. Sustular, her biri kararsız kalmıştı.
   “Nedir bu korkunuz anlamıyorum!” dedi Adelpha, “Az cesaretli olun.” Kıvanç'ı tuttuğu gibi kayaların üzerine itti, Kıvanç bağrışlar eşliğinde yuvarlandı.
   “Deli misin!” diye bağırdı Barlas. Ardından Kıvanç'a dönüp korkuyla baktı.
   “İyiyim ben.” dedi Kıvanç gülümseyerek. Rahatladılar. Adepha'ya döndü, “Seni boğabilirdim, gerçi bir şey olmadı, neyse ki! Geri dönmek zorunda olma hissi bile çok kötü. Sen itmesen, riske girmemek için dönmek zorunda kalırdım.”
   “Ama bu yaptığı şeyi mantıklı kılmıyor.” dedi Barlas Adelpha'ya bakarak. Uzun zaman sonra ona ilk kez öfkelenmişti.
   “Tamam, özür dilerim.” dedi Adelpha, “Bu konuyu bir yerde okuduğumu sanıyorum, o yüzden bir şey olmayacağını düşündüm.”
   “Sanıyor musun!” dedi Alp alayla.
   “Daha ne kadar tartışacaksınız merak ediyorum!” diye kızdı Coulson, “Köye geldik, hâlâ daha çene! Hadi yürüyün de eve varalım bir an önce.”
   Kayalardan birer birer geçtiler, geride Barlas, Alp ve Emre kalmıştı.
   “Önden buyur.” dedi Alp. Barlas cevap vermedi. Adımını rahatça kayaların öbür tarafına atıp kendini içeri çekti. Alp de geçtiğinde hareketlendiler. Barlas henüz bir adım atmıştı ki beyni ansızın sarsıldı. Kalbi sıkıştı, beyninin derinlerinden gelen ve giderek yükselen sesle neye uğradığını şaşırdı. Bir vızıltıydı bu! Damarlarına nüfus edip onu çileden çıkartan bir vızıltı! Çığlık attı, çığlığı boğazında düğümlenip kaldı. Vızıltı kulaklarını delip geçmişti. Bedeni isyan eder gibi titremeye başladı. “Barlas!” diye bağırdı Alp önden gidenlere, öndekiler az önceki çığlıkla çoktan dönmüştüler, “Ona bir şey oldu, yardım edin!” Arkadaşları başına toplandığında Barlas iyiden iyiye güçsüz düşmüştü. Uzun zaman sonra canını yeniden yakmaya başlayan sol bileğinin içi parlamaya başladı; bunun tek bir anlamı vardı, ölüme yakınlaşmıştı... Beyninin içini tarifi imkansız bir acı dolduruyordu, sonrası yoktu artık; öncesi olmamıştı. Uyuma isteği öyle esir almıştı ki gözlerini; diretti, uyumayacaktı! Artık uyumak yoktu! Buna daha fazla izin veremezdi! Savaştı; bedenine, ruhuna ve gözlerine karşı öyle bir savaş açmıştı ki, yüzünde insanlığa dair hiçbir ifade kalmadı. Yapamazdı, “Hayır!” dedi bağırarak, 'Hayır, hayır, hayır!..' Yapamıyordu, gözleri güçsüzce parladı, gücü tükendi, oracıkta düşüp kaldı...
 
***
   “İşte şimdi sessiz bırakın ruhunuzu, gizeme yelken açıyoruz dosdoğru... Unutun sıkıntınızı, unutun yaşanmışlıkları; temizinden olsun sayfanız, geniş mi geniş bir sayfa açın... Gizem bu ya, aşka insaf ettiğiniz kadar, karanlığa da insaf edesiniz. Boş vermeyin sakın, boş vermek yorar gözlerinizi; ama boş vermiş kadar da dingin olasınız... Masallara dalalım birlikte, o masallarda huzur bulalım sevdikçe; sevgi olsun neferimiz, aşk olsun rehberimiz... Yemyeşil bir açıklıkta koşuyorsunuz, bedeniniz öyle hafif ki kanatlanacaksınız sanki, tüm sıkıntılar hiçliğe gitmiş misafirliğe, içinizdeki masumiyet; beyazdan bir elbise dikmiş size... Hızlanın, çünkü özgürlüğünüz karşı kıyıda... Öyle hızlanın ki atladığınızda yetişebilesiniz karşıya... Meraklanmayın sakın, vakit endişenin değil, o özgürlüğü elde etmenin vaktidir. Şüphe yok, yeterince koşarsanız eğer, özgürlük az sonra sizin... Koşacaksınız, uçurum katlarca büyük olsa da sizden, karşıya varacaksınız... Gümüş Kanatlı Mavi At alacak sizi sırtına, rüzgâr hız katacak hızınıza, koşun... Öyle koşun ki özgürlüğe, uçurum yitip gitsin altınızda, koşun ve atlayın geleceğe...”
   Ruhunun derinliklerine işleyen bu güzel sözler, gözlerindeki ve beyninin içindeki acıyı çekip almıştı... Biliyordu, görmüştü Gümüş Kanatlı At'ı, keşke o an yanına gidip atlasaydı sırtına... Onu özgürlüğe götüreceğini bilse durur muydu hiç... Tatlı mı tatlı bir rahatsızlık vardı yattığı yerde, kendini kendi evinde hissediyordu. “Hakkınız var hocam.” dedi sakin bir tonla Alp’in sesi, “Bu satırlar gerçekten huzur verici, baksanıza Emre uykuya daldı bile; içimden bir ses uzun zaman sonra ilk kez doğru şekilde uyuduğunu söylüyor.”
   “O iyi merak etme.” dedi Coulson, az önceki masalcı dede vurguları hâlâ devam ediyordu, “Günceler'i bilir misin?”
   “Bilmez miyim hiç.” dedi Alp, “Bulmak için çok uğraştım ama bulamadım. Az önce söyledikleriniz Günceler'den miydi?”
   “Hayır, ama güncelerin kimliksiz yazarına ait oldukları kesin. Elimde Günceler'in bir kopyası var.”
   “Gerçekten mi!” diye bağırdı Alp.
   “Sahi mi?” dedi Rüzgâr, “Bildiğim kadarıyla nüshâlârın hepsi kaybolmuştu.”
   “Olur mu öyle şey! Benim olanı benden kimse alamaz, hem siz bilmezsiniz, kaybolan nüshâlârın hepsi benim gibi yaşlı dedelerin elinde saklı tutuluyor. Bir gün siz de yaşlandığınızda Günceler'e ihtiyaç duyacaksınız.”
   “İzniniz olursa nedenini sorabilir miyim?” dedi Evrim.
   “Sahipsiz Günceler'in içinde barındırdıkları bir büyü vardır, çocuk olan ve çocuk kalan kim varsa Günler’den herhangi birini okuduğunuzda uykuya dalar. Biz gibileri, yani yaşlılar, bir zaman sonra, yaşamımızın herhangi bir anında masumiyetimizi kaybettiğimize içerler, yaşlandığımızı fark edince o masumiyeti geri kazandık sanırız. Uykusuz geçen gecelerimiz için, oturup da Sahipsiz Günceler'i bir günde bitirdiğimiz vakitler dahi olmuştur... İnanç... Belli mi olur, belki yeterince yaşlandığımızda Günceler bizi uykuya daldırır...”
   “Masumiyet diyorsunuz.” dedi Adelpha, “Masumiyet asla geri kazanılamaz.”
   Sessizlik olmuştu, Barlas huzurlu ortamın ansızın matemle dolduğunu hissedebiliyordu. “Bilmiyor muyum sanıyorsunuz genç hanım.” dedi Coulson alınmayarak, “Bilmiyor olsam, Günceler'i vermek istemezdim dimi?”
   “Ne zaman alabiliriz?” dedi Alp heyecanla.
   “Vakti geldiğinde.” dedi Coulson tebessümle.
   “Keşke az önceki konuşmaları o da duysaydı.” dedi Kıvanç içerleyen bir sesle.
   “O iyi, kısa süreli bir kriz geçirdi o kadar. Korkmayın.” dedi Coulson.
   Barlas gözlerini araladı, hiçbir şeyi yoktu hem de. Oldukça dinç ve uykusunu almış hissediyordu. Sanki olan biten ne varsa anlıyor gibiydi, bundan sonra sadece uykusu geldiğinde uyumak istiyordu! Etrafa göz gezdirdi, alçak tavanlı eski bir kulübeydi burası. Yanı başına, paslanmış bir masanın üzerine bırakılmış mumun ışığı, yüzüne vuruyordu. Doğrulup etrafa baktı, diğerleri yere yayılmış uyukluyor gibiydi. Kulübenin içinde kendisinin yatırıldığı koltuk hariç iki koltuk daha vardı; kendisi pencerenin dibine yatırılmıştı. Diğer iki koltuğun arasından başka yere açılan iki kapı vardı, biri banyo, biri de mutfak olmalıydı; oldukça ufaktılar. Tahtadan dış kapının kilidi bozulmuş, sürekli açılıp kapanıyor, içeriye soğuk hava doluyordu. Yoksa Coulson’un bahsettiği ev burası mıydı? Dokuz kişi birden burada mı kalacaklardı? “Uyandım ben.” dedi fark etmelerini sağlayarak, etrafa bakmaya devam ediyordu, hayal kırıklığı yüzünden okunuyordu, “İyiyim.”
   Aynlar sevinç çığlıkları atınca Alp dönüp azarlar gibi baktı. Hepsi birden sustu. Diğerlerinin yüzünde gülümseme belirdi. “Ne o?” dedi Coulson, Barlas'ın etrafı süzen bakışlarına dönüp, “Hatırladığım kadarıyla evim hakkında varlığından öte bir şey sormadın.” dedi gülerek, “Yapacak bir şey yok, köydeki birçok eve göre iyi bir yer burası.”
   “Barlas? Yine ne oldu da düşüp kaldın?” dedi Adelpha.
   “Vızıltı.” dedi Barlas, “Kulağımın içini lanet bir vızıltı doldurdu… Hayalet bir vızıltı… İçimden bir ses vızıltının geçmişe ait bir işaret olduğunu söylüyor.”
   “Hangi geçmişe?” dedi Alp.
   “Yakın geçmişe, üstelik acılı bir geçmişe.”
   Rüzgâr, Barlas'tan gözünü alıp merakla Coulson'a baktı, Coulson’un yüzünde bir şey bildiğine dair belirtiler dolaşıyordu, “Konu hakkında bilginiz var sanırım?”
   Barlas diğerleriyle birlikte hızla Coulson'a döndü, Coulson doğruldu, kafası karışmış gibi sakalını sıvazlayıp daracık alanda birkaç tur döndü, “İyi de o köy, bu köy değil ki!” dedi kendi kendine konuşur gibi. “Kara Sinek...” dedi düşünce içinde, “Duyduğun vızıltı ona ait olmalı ki bu kadar acı çektin… Bahsettiğim sinek dönüşüm geçirmiş bir tılsım. Kötü emelle doldurulmuş, boş tılsımlardan.”
   “Boş tılsımlar doldurulabiliyor mu?” dedi Rüzgâr hevesle.
   “Aslında sorulması gereken, tılsımlar dönüşüm geçirebiliyor mu olmalı.” dedi Alp, Rüzgâr'ın her şeye kaşif gibi geçici bakması canını sıkmaya başlamıştı.
   “Evet, her ikisi de mümkün ama böyle şeyler için karanlık güçler gerekir.” diye konuyu kapattı Coulson, “Asıl konumuza gelirsek, dört yüz dokuz yılında, yani bundan yaklaşık otuz iki yıl önce, Dağlar’ın öbür tarafında Beyaz Saray'a bağlı tek köy olan, Külem Köy'de gerçekleşmiş bir hadise bu. Akşamüstü, birileri tarafından köyü hedef alarak gönderilen Kara Sinek, geçimini zor sağlayan bir annenin ölümüne neden oldu. Anne hariç, herkes acıtıncaya kadar ellerini kulaklarına basmıştı; Anne’nin iki çocuğu da dahil. Çocuklardan biri bebekmiş gerçi, diğeri de oğlan. Oğlan bebeği alıp kaçmış diyorlar, köylüyse hadiseden sonra Anne’nin cesedine dokunmadan o evi yıkmış. Hatta sonraları çok pişman olup, yıkılan evin yerine Anne için bir mezar yaptırmışlar.”
   “Evi neden yıkıyorlar ki?” dedi Adelpha.
   “Köylerde bu tür karanlık şeylere rastlanmaz, birçok kişi Anne’nin şeytani bir cadı olduğunu ve düşmanları tarafından cezalandırıldığını düşündüğü için, cesede dokunamayınca evi üstüne yıkmışlar. Zaten cesedi gördüklerinde yeterince ürkmüşlerdir. Kara Sinek, kulakları delip yoğun siyah bir kan döktürür.”
   “Çocuklar? Onlara ne oldu peki?” dedi Evrim üzülerek.
   “Kim bilebilir ki, muhtemelen ölmüşlerdir. Ölmeseler de öldürülmüşlerdir.”
   “Sanırım sineği kimin gönderdiği belli değil?” dedi Barlas, Coulson başını aşağı yukarı salladı. “Hayalini yaşadım, gerçeği nasıldır düşünemiyorum.”
   “Peki ya sinek?” dedi Rüzgâr merakla.
   “Sinek de çocuklarla birlikte kaybolmuş ama büyük ihtimalle özüne dönüp tılsım olarak cesedin yanı başına düşmüştür. Çünkü olaydan sonra kimse sineği görmemiş, Kara Sinekler hedeflerindeki kişiyle işlerini bitirdiklerinde özlerine döner. Ev yıkıldığında molozların arasında kaybolmuş olmalı.”
   “Yani birisi doğrudan Anne’yi hedef almış.” dedi Barlas.
   “Ona şüphe yok.”
   “Öyleyse Anne cadı olmalı.” dedi Mathew, “Yoksa kim ne yapsın bir köylüyü?”
   “Bunun benle alakası nedir onu anlamadım.” dedi Barlas, “Olayın olduğu köyde bile değiliz!”
   “Köy sınırlarına girdin.” dedi Alp fikir yürütüp.
   “Köylerde acı vardır çocuklar, tarih hep tekerrür ederek köylülere acı yaşattı.” dedi Coulson, “Anlaşılan biri yaşanan acıları hissetmeni istiyor evlat.” diye devam etti Barlas'a bakarak.
   “Aman ne hoş!” dedi Barlas, yine o, yeniden o, sakın başkası olmalısın! “Köyde olduğumuza göre ve her şey yolunda olduğuna göre rahat edebiliriz. Ben dışarı çıkıp dolaşmak istiyorum, uykumu yeterince aldım. Siz uyuyun.”
   “Ben de gelmek isterim.” dedi Alp, Barlas'ın tavrına karşılık, “Hem belki temiz hava iyi gelir. Emre mışıl mışıl uyuyor, eğer biri ona göz kulak olabilirse?”
   “Memnuniyetle!” dedi Adelpha, “Benim de uykum yok ama hiç dolaşacak havamda değilim…”
   “Öyleyse birbirinize sahip çıkın.” dedi Coulson koltuğun birine kıvrılırken, “Yaşlı adamın uykusu geldi ve sabah hepinizi bıraktığı gibi bulmak istiyor.”
   Kıvanç’ın da son anda gelmek istemesi ardından, diğerlerini küçük evde bırakıp dışarı çıktılar. Tenlerine gecenin huzur veren havası dolarken, etraflarını onlarca ev sarmıştı; her biri birbirinden bakımsızdı, bazılarının içini ışığı zayıf gaz lambaları aydınlatıyordu. Cam niyetine pencerelerin üzerine geçirilen ince tüllerin ardında, belli belirsiz siluetler görülebiliyordu.
   “Buralar Köy’ün en bakımsız köşeleriymiş.” dedi Kıvanç, “Köy’ün merkezine gittikçe evlerin bakımları artıyormuş.”
   “Niye, zenginler mi var merkezde?” diye sordu Barlas.
   “Evet.” dedi Alp, “Saray'ın inşasında yer alıp, dönebilen İnsanlar’ın nesilleri.”
   Kıvanç'ın dediği gibi içe doğru yürüdükçe karşılarına daha bakımlı evler çıkıyordu. Her on evin ortasında bir yere meydan yapılmıştı; doğrusu bu meydanların bakımı birçok evden daha sağlamdı. “Bu meydanlarda köylü ellerindeki kıymetli şeyleri satıyormuş.” dedi Kıvanç yeniden bilgilendirip, “Her meydan her gün dolu olmuyormuş tabii, zaten köydeki meydanların sayısına bakarsak, haftanın her gününe iki meydan düşüyor; haliyle meydanı o gün için dolu olmayacak olan köylüler de, değerli şeyler bulmakla meşgul oluyormuş.”
   “Epey ilgilenmişsin.” dedi Barlas şaşırıp, “Ne satıyorlarmış peki?”
   “Geldiğimiz yerden pek farkı yok.” dedi Alp Kıvanç bir süre suskun kalınca, “Kasabı, manavı, boncukcusu...  Aklına gelebilecek her türlü şey satılıyor, farkı takas sistemi, burada para yerine boş tılsımlar kullanılıyor. Ha tabii bir de, köylünün çoğu satacakları şeyler için dükkân yapacak güçte olmadığından, kendi evlerini kullanıyor.” Barlas arkasına dönüp, az önce geçtikleri meydanın ortasındaki henüz sönmemiş ateşe baktı. Bir an için, sabahtan beri ateşi güçlü tutmaya devam eden şeyin büyü olduğunu sanmıştı, ateşin giderek zayıfladığını fark edince geri döndü. Küçük evlerin tül perdeleri ardına bakıp duruyor, birinin içinde büyükannesi ve kendisini görmeyi hayal ediyordu. Ne çok ev vardı, ne çok farklı yaşam... Başka bir meydanı yeni geçmişlerdi ki bağrışma duydular. Bağrışma, sağ taraftaki evlerden en yakın olanından geliyordu. Adamın teki, birini tehdit ediyordu, “İki gün içinde ödemezsen yıkarım başına bu evi!” Bir kadının hıçkırıkları duyuldu, “Anladın mı kadın!” -  “Kölen olayım vazgeç! O kadar tılsımı bulamam!” – “O zaman başka şekilde ödersin!” – “Çık dışarı.” diye bağırdı Kadın, bir an için Adam’a bağırdığını sansalar da, tahta kapının ardında beş yaşlarında bir kız çocuğu gözüktü. Çocuk yüzündeki korkmuş ifadeyle kapının yanına dizleri üzerine çöktü. Barlas Adam’dan yükselen inlemeleri duyduğunda beyninden vurulmuşa döndü. Hızla eve doğru yürümeye başladı. Tül perdenin ardında, Adam’ın Kadın’ın boynuna yapışan dudaklarını seçebiliyordu, bu manzara onu iyiden iyiye deli etmişti. Gözlerini eve diktiğinde, gözbebekleri parladı. Yerden yükselip karanlıkta eve doğru fırlayan taşlar, evin farklı yerlerine isabet etti. Küçük kız korkup evin arkasına koşarken, Adam durup şaşkınlıkla dışarı baktı, genç kadını bırakıp dışarı fırladı. Barlas'ın üzerine doğru geliyordu. Barlas yeni bir hamle için gözlerini Adam’a diktiğinde, “Yapma Barlas!” diye bağırdı Alp, “Köylerde büyü kullanamazsın, bu aşağılama sayılır.”
   “Zaten aşağılık olanlara ne olacak!” diye öfkeyle Adam’a baktı Barlas.   
   Adam az önceki konuşmayı duymuş olacak ki olduğu yerde kalıp korkuyla ellerini havaya kaldırdı, “Kimsin sen!” dedi endişeyle.
   Genç kadın Adam’ın arkasından çıkıp onlara döndüğünde, yakındaki evlerden birkaç kişi daha dışarı fırladı. Sessizliğin gerginliği büyüttüğü birkaç saniye sonrasında, saklandığını yerden çıkan küçük kız lafa daldı, “Onu görmüştüm.” dedi masumca, “Hani geçen yıl Biyan Köy'e yolculuk etmiştik ya anne! O köydeki abi bu!” Kıvanç ve Alp anlamayarak birbirlerine baktı, Barlas ise Kadın'ın üstünde gezen bakışlarını karşılıyordu.
   “Şarlatanın teki!” diye bağırdı Adam, “Gecenin bir vakti köyümüze gelip gözlerini kullanarak hepimizi aşağıladı!”
   “Aşağılıksın da ondan!” diye bağırdı Barlas.
   “Ne olduğum seni ilgilendirmez.” dedi Adam, geri dönüp Kadın'ın suratına tiksintiyle baktı, “İki günün var!” diyerek uzaklaştı.
   Barlas peşinden gidip canına okumak istediyse de, başka evlerden çıkıp da ona düşman gibi bakan diğer köylülerden dolayı yapamadı. Kadın'ın hemen arkasındaki evden çıkan, kara sakallı adamın bileğine isabet eden bakışlarını görünce kolunu arkasına sakladı. Bilek içi parlamıyordu ama her ihtimale karşı yine de saklamak istemişti, kimliğini belli etmek istemiyordu. Kadın teşekkür bile etmeden ifadesizce kızını alıp eve girerken, Barlas dosdoğru arkasına döndü, “Yeterince dolaştık sanıyorum.” dedi hızlanarak. Alp ve Kıvanç da hızlanmıştı ki olduğu yerde çakılı kalıp, “Kahretsin.” dedi kısık sesle. Boynundaki Hanedanlık işaretini nasıl da unutmuştu! Dönüp kara sakallı adama gözlerini diktiğinde, Adam’ın sinir bozucu bir gülümsemeyle evine girdiğini gördü. Morali gerçekten bozulmuştu! Hızlı adımlarla yürümeye devam ettiler, yaklaşık yarım saattir yürüdükleri yolu beş dakikada geri gitmişlerdi. Coulson’un kapısının önüne vardıklarında soluklandılar.
   “Merkezi görmek isterdin diye düşünmüştüm.” dedi Alp.
   “Ben de.”  dedi Barlas sıkılarak, “Aşağılık herif yüzünden moralim alt üst oldu!”
   “O değil de Çocuk Biyan Köy dedi yahu!” diye alay etti Alp, “Biyan Köy ta Soğuk Bölge'nin doğusunda, Diyar'ın kuzeydoğusunun en uç noktası! Beyaz Saray'la bile arasında fersahlar var.”
   “Çocuk işte.” dedi Kıvanç, “Kim bilir ne düşündü de benzetti.” Barlas iç çekip parmaklarıyla başına masaj yapmaya başladı. Başına ağrı girmişti.
   “Madem döndük uyuyalım.” dedi Alp, “Yarın kimsenin uyuklamak istediğini sanmıyorum.” Birkaç dakika boş boş etrafa bakındıktan sonra içeri girdiler. Anlaşılan içeridekilerin biri bile uykusuzluğa dayanamamıştı. Kimi orada, kimi burada hırıldıyordu. Alp, Adelpha'nın yanında duran Emre'yi kucağına aldı. Boş buldukları yerlere yerleştiler, “Güzel yarınlara...” dedi gözlerini kaparken.
   “Hep beraber.” dedi Kıvanç.
   Barlas sabaha kadar gözlerini tavana dikip öylece düşündü, güneş ilk ışıklarıyla etrafı gölgelediğinde daha fazla dayanamayıp gözlerini kapadı. Çok geçmeden, odada kol gezen hırıltılara eşlik etmeye başlamıştı...
   Göz kapaklarını henüz açmamıştı, hazır ses seda yokken biraz daha böyle durmak istemişti. Tenine değen zayıf rüzgârı ve yüzüne vuran güneş ışığını hissedebiliyordu. Güneş, kirpiklerinin dibinden geçen kırmızı çizgiyi parlatıyor, gözlerine sıra dışı bir görünüm veriyordu. Bu çizgi ona vurduğu Ölüm Damgası'nın hediyesiydi; acınası ve karanlık bir hediye... Rüzgârın dokunuşlarını boynunun arkasında, teninin sıcaklığını ise sol bileğinin içinde hissediyordu. Varlıklarını bilmek bile ruhunu üç parçaya bölüyor, bu bölünmüşlük onu yoruyordu. En çok da zayıf bedeni... Sanki damarlarında akan kan dahi üç çeşit olmuş, kalbi üç çeşit kanı pompalamak için mücadele ediyor; bu mücadelenin zorluğu içinde isyana gelip beynine saldırıyordu... Beyni ve kalbi arasındaki bu sıcak savaş, bir zaman sonra nihayetine erip ona nefes aldırsa da, gözlerinin açık kaldığı her günün sonunda yeni bir savaş başlıyordu... Soluduğu hava suçsuz yere onu tokatlıyor, varlığının aykırı olduğunu her seferinde yüzüne vuruyordu; ne yapsaydı ki, yaşamasa mıydı yani? Esnedi, ağzını kapatırken gözlerini araladı. Evin içinde kimsenin olmadığını görünce şaşırıp doğruldu, ah... Boynu tutulmuştu, hareket ettikçe kemikleri kütlüyordu; oturarak uyumak iyi gelmemişti anlaşılan. Çok mu uyumuştu acaba, neredeydi bu millet? Ayağa kalktı, pencere niyetine delinmiş duvara tül perde gerilmişti. Kapıdan çıkmadan önce tül perdeyi aralayıp dışarıyı yokladı. Kıvanç ve Evrim dün gece geldikleri açıklık tarafına, büyükçe bir kayanın üzerinde oturmuş gülüşüyorlardı. İzledi, öylece durup izleyesi geldi. Kıvanç kayanın dibinde biten papatyayı gösterdiğinde Evrim gülümsedi, Kıvanç eliyle bir başka yeri işaret ettiğinde Evrim'le aynı zamanlı o tarafa döndüler; bir grup papatya, kendilerine ait bir bölge gibi ağaçların birinin altında bitmişti. Evrim kahkaha atıp Kıvanç'ın elini tuttuğunda istemsizce yüzü düştü, neresi komikti bunun? İkisi birden el ele, atlaya zıplaya papatyalara doğru sekerken iyice sinir oldu, “Gören küçücük çocuklar sanacak.” diye söylendi. Arkasından yükselen kahkahayı duyunca döndü. Alp katıla katıla gülüyordu. Barlas'ın buna karşılık en ufak bir tebessüm etmeyişi üzerine kahkahaları iyice arttı. “Hayırdır?” dedi Barlas, “Bir yerim açıkta mı kalmış.” Alp kahkahayı ansızın kesti. “Ne o, boş yere gülüyordun da benim söylediğim mi komik gelmedi?”
   “İnsanlar boş yere gülmez, boş yere de ağlamaz arkadaşım.” dedi Alp yanına gelerek. Papatyaların başında gülüşen Kıvanç ve Evrim'e baktı, “Kıskandın mı?”
   “Kim? Ben mi?” dedi Barlas sahte bir gülümsemeyle.
   “Unuttun mu, bana Ecrin'i anlatan sendin; dolunayın dillere destan prensesi!”
   “Ben mi dedim onu!” dedi Barlas reddederek, “Hadi oradan.”
   “Sonra, şey var, beyaz kuğu... Sonra; masumiyet kraliçesi, çiçek perisi, yaşama sebebi, gerçeğin ötesi… Senin cümlelerin adın gibi biliyorsun.”
   “Kıskanmak değil de...” diye sustu Barlas, yarası deşilmişti, içi cız etti.
   “Eksiklik...” dedi Alp dalarak.
   “Var olmasına rağmen ona erişemeyeceğini biliyorsun, bu çok daha can yakıcı.” dedi Barlas, Alp'in dolan gözlerini görünce o acının tek sahibi olmadığını anladı, “Anlaşılan mağlup olan bir tek ben değilim?”
   Alp düşüncelerinden sıyrıldı, gözüne dolan yaş geri çekilirken, “Öyle olmalı.” dedi gülümseyerek.
   “Ya sen? Sen de mi buraya gelirken ardında bıraktın?” diye sordu Barlas.
   “Yok, benimki şair aşkıydı.”
   “Şair aşkı derken?”
   “Şiirin ruhani gücüne sahip insanlar, aşk ararlar; uçan kuşta, yerdeki karıncada, ya da bir anıda. Bense herkesin kalıplarına oturttuğu aşk gerçeğiyle arandım, bulduğumu sandığımsa şair aşkı olsa gerek.”
   “Şiir de mi yazıyorsun?” Alp kafasını aşağı yukarı salladı. “Hep benden söz ettik dimi? Seni çok konuşmadık, özür dilerim.”
   “Boş versene,” dedi Alp, “gecikmiş bir özrün de, şiirini duyamayan bir sevgilinin de kıymeti yok. Odundu, ya da odundan fazlası. Bazen içimden, adına yazılan onca şiire rağmen, nasıl olur da odun kalabilir dediğim olmuştur ama diyorum ya, sanırım ona karşı hissettiklerimin sebebi şair aşkıydı sadece.”
   “İyi ama gerçekten aşık olmadıysan, adına nasıl şiir yazabilirdin ki?”
   “Tek düze, sıradan, herkes gibi.”
   “Öyle mi yazdın peki?” Alp başını iki yana salladı. “Öyleyse kendini buna inandırma boşa.” Alp ses etmedi, inandırma çabaları hiç yanıt vermemişti ki zaten. Ama inandığını kabullenmezse geçen her gün acı çekerdi. Kıvanç ve Evrim'in gülüşmeleri odanın içinde cirit atıp kulaklarına nüfus ederken garip oldular ama bunun için kimse suçlu kılınamazdı. “Diğerleri nerede?” diye kapıya yürüdü Barlas. Alp arkasına takıldı. Kapıyı ardına kadar açıp dışarı çıktılar. Sorusu cevap bulmuştu, kapının hemen ötesinde, geldikleri açıklığın yakınlarındaki çimlere oturmuş, Coulson'ı dinleyip eğlenen arkadaşlarını görmüştü. Alp'le birlikte yanlarına yürürken, meydanın etrafında koşuşturan İnsanlar’a göz ucuyla bakındı. Doğrusu köylünün hemen sabahına kapılarına dikilmelerini beklerdi ancak o telaşta kimsenin umurlarında değil gibiydiler. İnsanlar daha çok garipser bakışlarla, bunca telaş içinde arkadaşlarının çimlere yayılıp eğlenmelerini izliyordu. Alp yanından ayrılıp Kıvançlar’ı çağırmaya giderken fark etmedi. Meydan kalabalık olsa da, üzerine hiçbir şey kurulmamıştı, anlaşılan bu telaş başka bir meydana hazırlık içindi. Çocuğun bir tanesi ona takılıp düştüğünde, yerde öylece durunca korkup eğildi. Yoksa farkında olmadan büyü mü yapmıştı! Çocuğu birkaç kez dürtüp tepki alamayınca neye uğradığını şaşırıp bağırmak için arkadaşlarına döndü. Tam bağırıyordu ki, çocuk alaycı kahkahalarla yattığı yerden kalkıp uzaklaştı. Arkadaşlarının yanına vardığında onlara kendisini işaret etti. Küçük çocuklar dönüp onun yüzüne baka baka kahkahalara boğulurken adımlarını hızlandırdı,  
   “...Sonra dedim ki köylü köyüne, yollu yoluna!” Mathew ve Adelpha kahkaha atarken, Emre şaşkınca etrafı izliyordu, “Görseniz bir bozuldu! Bir kızardı! O günden sonra daha da yanaşmadı yanıma.” diye ekledi Coulson.
   “Bölmüyorum ya.” dedi Barlas yanlarına varıp.
   Coulson eliyle oturmasını söyleyip kaldığı yerden devam etti, “Yakışıklı ademdim vesselam, Barlas kadar olmasa da.”
   Güldüler, Barlas gülümseyip arkasına baktı, Alp'i arandı, Kıvanç ve Evrim'le yanlarına geldiklerini görünce dönüp, Emre'nin yanına oturdu, “Nasılsın küçük adam?” dedi gülerek, şaşkın bakışlar yerini gülümsemeye bırakınca eğilip kocaman bir öpücük kondurdu.
   “Küçük adam, dün geceden beri içini boşaltıyor.” dedi Coulson keyifle, “Mübarek, neresine biriktirdiyse çıkmayanları.”
   Barlas güldü, Coulson’un konuşma tarzı komik geliyordu, “Bir şey soracağım hocam; mübarek, vesselam, bu kelimelerin bu şekilde kullanımı Türkçe’ye özgüdür diye biliyorum. Siz İngiliz değil misiniz?”
   “İngiliz’i Türk’ü mü kaldı genç adam. Hepimizin anlayabildiği ortak bir dil var ortada; tüm dilleri bütünleyen bir dil. Açıkçası çok fazla Türk arkadaşım oldu, diliniz karakterime oldukça yatkın, bu yüzdendir ki anlamını çözebildiğim birçok deyişinizi kullanmaktan geri kalmıyorum.”
   “Profesör, ben İngiliz'im.” dedi Mathew, “Akıl sır erdiremedim. Arkadaşlar konuştuğum dilin Türkçe olduğunu söylüyor.”
   “Türkçe çünkü.” dedi Barlas.
   “Bence Yunanca.” diye güldü Adelpha.
   “İşte tam bundan söz ediyorum, bu nasıl mümkün olabilir! Kalgay toplantı katında yaptığı konuşmalarda, aynı anda bir sürü dili nasıl konuşuyor olabilir? Hem, bizi kayalardan geçiren dostlarımız, benim için Amerika'ya gelmişken, bir başka arkadaş için nasıl Avrupa'ya gittiler? Asya'ya belki de Afrika'ya?”
   “Bir dakika.” dedi Barlas, aklına düşen sorular içinden eleme yapmaya çalışıyordu. O sırada Kıvanç, Evrim ve Alp çoktan yanlarına gelmişti, “Kıvanç'ın, Alp'in, Evrim'in ya da Rüzgâr'ın geçtiği kayayla, sizin ikinizin geçtiği kaya aynı kayaydı dimi?” dedi Mathew ve Adelpha'ya bakarak, başlarını evet anlamında salladılar, “Öyleyse bu?” diye kaldı Barlas, sorular gittikçe birikiyor, ağzından çıkması için yarışa giriyordu.
   “Petrelis'in ya da diğer kayaların mutlak bir yeri olmadığını gösterir?” dedi Alp, “Kayalar yer mi değiştiriyor yani?” Bir kuyuya düşmüş gibiydiler. Yüzlerinde, yaşayagelmiş onlarca günün nedenleri ve niçinleri beliriyordu. Hepsi, gözlerine örtülen perdelerin hiçliğe karıştığını ve Diyar'ın boşluğunda dalga dalga yankılandığını hissediyordu. Bir büyüydü bu, sihrin varlığından öte, onları sorgulamak ve düşünmekten alıkoyan, alay eder gibi beyinlerine yerleştirilmiş bir esaret... Şimdiyse bu esaretin ruhlarından çekilip uzaklaştığını ve büyünün bozulduğunu hissediyorlardı. Gülüşmeler arasında kaybolup giden dakikalar, sinsi bir yılan gibi boğazlarına dolanıyor; kendilerine ihanet hissi veren cılız rüzgâr, kalplerini yerinden koparıp nefeslerine tıkıyordu. Bir adı vardı yaşadıkları şeyin; efsunlu, aynı zamanda sorularla onları boşluğa düşürüp canlarını sıkan bir adı… Farkındalık… Hepsi birden Coulson'a ölümcül bakışlar atıyor, düştükleri kuyunun çıkışından haberdar olan bu adama dikkatle bakıyordu.
   Rüzgâr, elinde bir düzine somun ekmek ve çeşitli yiyeceklerle yanlarına vardığında, gördüğü sahnenin tuhaflığı karşısında ne yapacağını şaşırdı, neler oluyordu! “Arkadaşlar?” dedi korkuyla, öyle ya, gördüğü yüzlerin hiçbiri sabahki yüzler değildi. Coulson’un kaçamak, bir o kadar da karanlık bakışları şaşkınlığını katlayarak artırırken, korkusu elindeki somunları yere düşürmesine neden oldu.
   “Çocuklar, açıklayabilirim.” dedi Coulson, karanlık bakışları pişmanlıkla yüzünden silinmiş; kalbi, atışlarını hızlandırmıştı.
   “Lütfen bir şey söyleyin.” dedi Rüzgâr ağlamaklı, “Ben bir şey anlamadım!”
   “Kimsin sen?” dedi Kıvanç nedenini anlatmak ister gibi.
   “Beni tanımıyor musunuz?” dedi Rüzgâr iyiden iyiye tırsıp.
   “Seni tanıyoruz ama kimsin sen?” diye yineledi Kıvanç.
   Rüzgâr ne söyleyeceğini şaşırmıştı. “Neden buradasın?” diye devam etti Alp.
   “Köyde mi?”
   “Hayır! Gizem Diyarı'nda!”
   “Çünkü, kayadan geçtim ve-”
   “İyi ama neden geçtin o kayadan?”
   “Bakın, gerçekten anlamıyorum. Kendinizde misiniz siz!”
   “Neden sen Rüzgâr?” dedi Barlas, tükenmiş gibi bir hali vardı, “Neden biz? Dünya'da milyarlarca İnsan varken, seni o kayadan geçirten neydi?”
   “Hiç birimizin ailesi hayatta değil.” diye devam etti Evrim, gözleri dolmuştu. Anlaşılan bu durumdan haberdar olan tek İnsan ortalarındaki yaşlı adamdı. Yaşlı Adam'a doğru birbirlerine yeniden yaklaştılar. Belki de hepsi Coulson’un onlara bir şey yapma ihtimaliyle uzaklaşmışlardı. Coulson etrafını çevreleyen gençlere karşı ilk kez çaresiz hissediyordu.
   “Ailemizin olmaması da bunu açıklığa kavuşturmuyor, ailesi olmayan da çok fazla.” dedi Kıvanç.
   “Hepimiz, saraya davet edilen herkes… Düşünme gücünü elinde tutma çabasına karşın oldukça zayıf iradeli İnsanlar?” dedi Alp, doğrulaması için Coulson’un gözlerine yakıcı bakışlar attı. Coulson başını aşağı yukarı salladığında hepsi birden zayıflığı yüzüne vurulduğu için kedere kapılmıştı.
   “Ama, önce dinleyin çocuklar.” dedi Coulson utanarak, “Doğrusu Saray'ın her birinize yaptığı Esaret Büyüsü'nün bozulabileceğini düşünmemiştim. Evet, içimde bir korku vardı ancak Esaret Büyüsü oldukça yetkin bir güce sahiptir, ihtimal vermedim.” Hepsi keder ve şaşkınlıkla Coulson'ı dinlemeye koyuldu. Bilmenizi isterim ki, bu büyüyle uzaktan yakından alakam yok. Her kim yaptıysa, sizinle başlayacak olan sonuçlarına katlanacaktır. Evet bilgi sahibiydik, biz eğitmenler, yöneticiler... Ama bu büyü hiçbir zaman bozulmamıştı ve bir zaman sonra bunun böyle kalması gerektiği kanısına vardık.”
   “İyi ama neden!” dedi Mathew isyan eder gibi.
   “Fark etmenin vermiş olacağı korkunç gelecekten.” dedi Coulson, “Saray bünyesindeki herkes esaret büyüsü altında, birilerinden bu büyüyü kaldırsaydık ortaya çıkacak kaosa karşı izlemekten başka çaremiz kalmazdı; hele ki Karanlık Katil'in hapsinden kurtulması, her geçen gün artan ihtimal olmuşken.”
   “Bunu nasıl yapabildiniz? İnsanlar’ın iradelerinde izinsiz söz sahibi olmak kadar aşağılık bir duruma nasıl düşebildiniz!” dedi Evrim.
   “Bana söz ver Coulson!” dedi Barlas, Coulson'a hiddetle bakarak, “Şimdi sana soru soracağız ve her bir şeyi tek tek açıklayacaksın! Yalana başvurmadan!” Kirpik altlarını saran kırmızı çizgi, vücuduna ait bir damar gibi atmaya başlamıştı. Köy'de oynaşan çocukların sesleri, gerginliğe yumuşak bir hava üflese de, düşüncelerde var olan kullanılmışlık hissi her birini öfkeye sürüklemişti. Zaman geçmek bilmedi, Rüzgâr'ın gözlerinden fışkıran aynı bakış, onunda bu esaretten kurtulduğu gerçeğini gözler önüne sermişti.
   Coulson kalp atışlarının ritmine daha fazla dayanamayacaktı, buna bir son vermeliydi, Saray’a ihaneti ağır olacak olsa da, doğru olan buydu. “Peki.” Dedi pes ederek. “Sorularınızı bekliyorum ama şu dil olayı gerçek bilesiniz, tılsım tozları var ve-”
   “Kim yaptı büyüyü?” diye sözünü kesti Barlas.
   “Diktatör bir lider, aynı zamanda Teak Ağacı'nın seçtiği ilk Eudosia: Adal Kaytun; Beyaz Saray'ı tek yöneten, tek insan.”
   “Nerede şimdi?”
   “Tahtta çıktığından on üç yıl sonra ölü bulundu.”
   “Öldü demek, peki söyler misiniz yaptığı şeyin sonucuna nasıl katlanacak?”
   “Atalarımız, Adal Kaytun'un Beyaz Saray'la ruh eşi olduğunu söyler. Saray'da olup biten her şey onun ruhunu etkiliyor.”
   “Saçmalık!” dedi Rüzgâr. Bu zamana kadar kimse Rüzgâr'ın eğitmenlere karşı böyle bir tutum sergilediğini görmemişti; sinirlenmiş olmalıydı.
   “Anlattığım şeylere inanmazsanız, bunun sonunu getiremeyiz.” diye kızdı Coulson, “Yaşlı bir adamım, kaybedecek hiçbir şeyim yok, bir güncem vardı, bir de evim. Günceyi de evi de size verdim. Bilmem anlatabiliyor muyum?”
   “Peki neden yaptı, yani en başından, daha kimseye yapılmamışken, neden gerek görüldü?” diye devam etti Barlas.
   “Büyük savaşlar için safınızda yer alacak ve emriniz altında kalacak askerlere ihtiyacınız vardır, bunu benim kadar siz de biliyorsunuz.”
   “Hayır bilmiyoruz.” dedi Alp, “Biz savaş görmedik...”
   “Göreceksiniz, öğreneceksiniz.”
   “İyi ama biz iradesi zayıf insanlarız unuttunuz mu?” dedi Alp iğneleyip.
   “Ne demen bu?” diye sordu Coulson.
   “Sizi, sizin silahınızla vuruyorum. Yaptığınız şeyin mantığı yok.”
   “Peki söyleyin bakalım öyleyse, neden size bu Diyar'daki en büyük hediyeyi verdik? Neden gözlerinize sihri bahşettik? Dönüp bakın şu köye, köydeki en akıllı adamın dahi yapamadığı şeyi yapabiliyorsunuz!” Sustular, birbirlerine bakıp bulundukları duruma beyin yoruyorlardı. “Hem, gelirken ardınızda kimseniz yoktu, aileniz yoktu. Yalnızdınız ve belki de ömür boyu yalnız kalacaktınız, şimdiyse harikalarla dolu bir Diyar'da, sizin gibi olanlarlasınız.”
   “Harikalarla mı? Katil'den bahsedildiğini sanıyordum!” dedi Kıvanç.
   “Gül dediğinin dikeni olur genç adam; çıkacak savaşta ölecek olsanız bile kahraman olarak öleceksiniz, tek başınıza değil; ölünüz, günler sonra yolu evinize düşen birileri tarafından bulunmayacak. Uzun ve boş geçen bir ömür yerine, kısa ve her şeyiyle dolu geçen bir ömrü seçerdiniz; iradesi temelli kendine ait olan bir ordu yerine de, size ilk andan beri bağlı bir orduyu.”
   “Bu, yaptığınız şeyi anlamlı ya da doğru kılmıyor.” dedi Adelpha.
   “Farkındayım, siz de fark etmiş olmalısınız ki şu an Beyaz Saray'ın tüm yükünü sırtımda taşımak zorunda kaldım. Sanki her şeyin sorumlusu benmişim gibi!” Coulson bu yükü, bir nebze de olsa sırtından atabilmek için uğraş verse de, kimse buna müsaade etmiyordu.
   “Kayalar'ın mutlak yerleri yok mu?” dedi Mathew.
   “Burada, Diyar'ın içinde her birinin sabit bir yeri var ancak öte topraklarda kayaların değişken yüzü, yani öteki yüzü mevcuttur.”
   “Neden bu yıl gelenler arasında çoğumuz Türk'üz?' dedi Rüzgâr.
   “Evet, bu sadece bir tesadüf değil elbette, bu yıl ki Eudosia diğer deyişle Penthea'mız Türk olduğu için, kayadan geçirebileceğimiz kadar Türk geçirdik.”
   “Biz yani?” dedi Kıvanç, “Ben, Evrim, Rüzgâr ve Alp? Bu kadar mı?”
   “Aranan şartlara uyum sağlayan pek İnsan yok, o İnsanlar arasında da eleme yapınca seçenekler epey azalıyor.”
   “Peki ya diğerleri?” diye devam etti Barlas, “Yöneticiler, eğitimciler, üst sınıflar, köylüler, Hanedanlık, kabileler?”
   “Saray'da, sizin gibi gelmiş olan eğitimciler var, üst sınıflar komple o şekilde gelmiş olanlar zaten. Geri kalanlarsa ya bu Diyar'a ya da sıfır yılından önceki Diyarlar'a mensup kişiler.”
   “Siz?” dedi Rüzgâr.
   “Sizler gibiyim. Yorulmadınız mı artık? Soracak ne kaldı geriye?”
   “Peki, siz nasıl kurtuldunuz büyünün etkisinden?” dedi Mathew.
   “Oldukça kırgın ve yorgun geçen eğitimci olma sürecimde...”
   “Kalgay...” dedi Barlas kederle, “Esaret Büyüsü'nden haberi vardı...”
   “Bunu kendisine sorarsın.” diye doğruldu Coulson. Konuşmaktan kurumuş ağzına, cebinden çıkardığı mataradan su boşalttı. Rüzgâr'ın düşürmüş olduğu somunların yanına doğru yürüyüp, her birini kucağına topladı. Arkasında yoğun düşüncelere dalmış gruba döndü, “Orada mı yersiniz, yoksa eve mi geçelim?” Hiçbiri cevap vermedi, “Bunu orada olarak algılıyorum, ben eve uğrayıp somunlara bulaşan toprağı temizleyeceğim. Geldiğimde hayata dönmüş olun…”
   Takas yapılacak meydanlara doğru köylüler çoktan yola düşmüştü. Bir saat önceki kalabalık, yerini boşalmış evlere bırakmıştı. Coulson’un, Rüzgâr'ı takasa gönderdiği ekmekler topraklı da olsa oldukça lezzetliydi. Neredeyse bir el büyüklüğündeki bu küçük somunlar, her lokmada ağzı dolu dolu dolduruyordu, yeterince doyurucu ve Saray yemeklerine göre, çok daha tatmin ediciydiler. Birbirlerine yeni tanışmaya başlayan İnsanlar gibi davranıyorlardı; birbirlerini tanısalar da, daha yeni ele geçirdikleri düşünme güçleri, eskisi gibi duygular beslemelerine izin vermiyordu. “Biri benim için şu bezi toplayıp arkadaki büyük ağacın dibine götürebilir mi?” dedi Coulson hepsine bakarak.  
   Evrim kalkıp bezi topladı, Coulson’un bahsettiği ağaca baktı. Köy sınırlarını çizen kayaların hemen arkasında duruyordu, “Neden?” dedi merakla.
   “Kuşlar yesin diye ama pek normal sayılmazlar, çirkinler biraz. Yani göz oymak gibi bir maharetleri var.” Hepsi tuhaf tuhaf Coulson'a baktı, “Demek istediğim, gözlerinizdeki büyü perdesini midelerine indirebiliyorlar.”
   “Ne diye besliyorsunuz o zaman onları?” dedi Rüzgâr.
   “Kulağa hoş gelmemiş olabilirler ancak dost canlısı yaratıklardır. Yapılan iyiliği unutmazlar. Köylü tuhaf diye etiketlendirdiği büyücül yaratıkları sevmediğinden, sınırları geçtikleri an avlıyorlar; onlar da karın doyurmak için sınırı geçmek zorundalar. Bir de şu açıdan bakmak lazım, köye gelip giderken diplerinden geçmek durumunda kaldığım zamanlar oluyor, gözlerim oyulsun istemem.” Evrim dost canlısı olduklarını öğrenince rahatlayarak büyük ağaca doğru yürümeye başladı. Barlas eşlik etmesi için Kıvanç'ı dürtse de Kıvanç, farkındalığın vermiş olduğu  uyuşukluk yüzünden yerinden kıpırdamadı.
   “Nasıl oyuyorlar tam olarak?” dedi Rüzgâr.
   “Göz gözeyseniz ve sizi tehlike ilan ederlerse, geçici bir uyuşukluğa yakalanıyorsunuz, küre gibi olan gagalarını gözlerinizin içine dokunduruyorlar. Tüm büyü yetiniz, ölümcül bir akımla gagalarından boğazlarına akıyor. Sonunda zarar görmeyerek, üç günlük bir toklukla yollarına devam ediyorlar.”
   “Buralarda ne işleri var, nerede yaşıyorlar normalde?” dedi Adelpha merakla.
   “Kıyamet Vadisi'nde ama aklı olan vadiye pek uğramadığı için, oyacak göz bulamıyorlar tabii. Onlar da aç kalınca, dosdoğru komşu topraklara uçuyorlar.”
   Evrim yanlarına koca bir tebessümle gelince, merakla ona döndüler, “Hiç de çirkin değiller.” dedi Evrim bunun üzerine, “Büyülendim resmen.”
   “Öyleyse, bir gün gözlerini oyarlarsa bir daha bakarsın.” diye güldü Coulson.
   “Hırpalanmış bir Karga’dan farkları yokmuş hiç birinin.” dedi Rüzgâr bilgisini konuşturup, “Gözlerinde büyü var, onlar da bu büyüyü kullanarak görmek istediğin kılıfa bürünmüş olmalılar.” Coulson takdir eder gibi baktı.
   “İsimleri var mı?” diye sordu Mathew.
   “Evet, ama oldukça uzun. Benim dilim pek dönmüyor, bir gün denk gelirseniz muhakkak öğrenin.” dedi Coulson, “Haydi bakalım gençler, gitme vakti geldi.”
   “Nereye?” dedi Barlas.
   “Merkeze, köye bütün gün burada oturmak için gelmedik ya.”
   “Ne yapacağız merkezde?”
   “Dolaşalım diyorum, yoksa istediğin bu değil miydi?”
   “Oydu evet, ama dün gece talihsiz bir şey oldu.”
   “Ha evet, Alp anlattı. Merak etme, kimsenin umursayacağını sanmıyorum. Gözlerini kullanma yeter.”
   “Ama dün gece kullandım.”
   “Hatalar bir defaya mahsustur; ikincisi hata değil koca bir aptallık olur…”
   “Bir dostunuzdan söz etmiştiniz?” dedi Alp.
   “Evet, Octavian. Hatırlattığın iyi oldu, bir de ona uğrayacağız tabii.”
   “Kim bu adam, ne diye uğruyoruz?” dedi Barlas.
   “Şu sinek olayıyla ilgili. Olayın olduğu Külem Köy'den bahsetmiştik. Köy'de, Bilge Octavian'ın kız kardeşi Efsun vardı; kitaplarla kafayı bozmuş bir cadı. Eğer Octavian'a olayı anlatmışsa ki eminim anlatmıştır, sana olan şey üzerine bağlantı kurmamıza yardımcı olabilir. Bir olay hakkında en çok bilgiye, çeşitli gözlerin gördüklerini toparlayarak ulaşabilirsiniz.” Hareketlendiler. Eve doğru ayaklanmışlarken Coulson Barlas’ın peşinden gidip durdurdu, “Sen farklısın Barlas.” dedi üstüne basa basa.
   Barlas önce afalladı, ardından sitemle, “Bunu biliyordum zaten.” dedi.
   Coulson bu terslemeye karşılık tepkisiz kalarak gizemli bir ifadeyle gülümsedi,
   “Esaret Büyüsü'nün yan etkileri vardır… Diyar’a dışarıdan gelenlere işleyen…”
   “Yani?” dedi Barlas ima edilen şeyi anlamayıp.
   “Gözlerini sakın kullanma.” dedi Coulson konuyu değiştirerek, “Ne görürsen gör, ne hissedersen hisset ama gözlerini kullanma!” Barlas'ın önüne düşüp gitti.
   “Anladık!” dedi Barlas arkasından kendi kendine, yürümeye devam etti.
    Coulson’un küçük evinde ortalığı birbirine katmış Aynlar’a söylenerek kısa süre zarfında evi toparladılar, çok geçmeden çantalarını alıp çıktılar. Köyün bakımsız evleri arasında kaybolup gittikleri sırada etraf yalnızlaşmış; geride sadece, sessizliğin çığlığı kalmıştı...
 
 
 

-{.o.}-
Bölüm Sonu 
 
 
 
 
 
''Gözle görülemez;
aydınlık ve karanlık,
Gece, zifrine gizemi kattığında,
Hiç mi hiç yeterli olmaz ışık...''

 ( Akel Agathias / Othena-Derlemeler )

Lütfedilmiş ( GDS )Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin